Türk vatandaşları nasıl ’yabancı’ olur?
FATİH Çekirge, pazartesi günü Hürriyet’teki yazısında azınlık vakıflarının tam listesini yayımladı. Çekirge’nin yazısını okurken Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’in şu sözleri dikkatimi çekti: “Bugüne kadar yabancı vakıf ve cemaatler konusunda AB ile sorun yaşadık. Şimdi bu yabancı cemaat ve vakıfların listesi kesin olarak belli olmuş durumda.”
Başbakan Yardımcısı Şahin’in “yabancı vakıf ve cemaatler” diye tanımladığı kurumlar Türkiye Cumhuriyeti’ne “vatandaşlık bağı ile bağlı” olan kişilerin kurdukları vakıflar. Anayasamızın tanımladığı anlamda “Türkler”e ait vakıflar.
Vergi veriyorlar, erkekleri askerlik yapıyor, seçimlerde oy kullanıyorlar.
Şahin’in nasıl olup da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına ait bu kurumları “yabancı vakıf” diye niteleyebildiğini anlayamadım.
Bu “dil sürçmesinin” gerisinde, vatandaşlarımız arasında bir tür dini ayrımcılık fikrinin yatmadığını ümit etmek istiyorum.
Öte yandan şunu da düzeltmek gerek: Esasen bu sorunlar Avrupa Birliği ile değil, bu kurumlar ile Türkiye Cumhuriyeti arasında yaşanıyordu.
Sorunu basit bir örnekle açayım: Tanrı korusun ama diyelim ki hastasınız ve azınlık hastanelerinden birinde tedavi görüyorsunuz. Mirasçınız da yoksa ileride sizin durumunuza düşebilecek başkaları da tedavi görebilsinler diye mallarınızı ölümünüzden sonra hastanenin bağlı olduğu vakfa bağışlıyorsunuz. Daha doğrusu siz öyle sanıyordunuz çünkü ölümünüzden sonra devlet mallarınıza el koyuyordu.
Bu ve benzeri sorunları bu vakıfları yok etmek amacıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin bizzat kendisi yarattı. Dolayısıyla sorunu Avrupa Birliği ile ilişkiler düzeyine indirgemek doğru değil.
Şahin şöyle bir şey söylese çok daha doğru ve anlamlı olurdu: “Evet zamanında yanlış uygulamalar oldu ama bu uygulamaları uygar bir ülke olduğumuz için artık düzeltiyoruz.”
Başbakan uçağına istediği gazeteciyi alabilir
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, yurtiçi ve dışı gezilerine özel uçağı ile gittiği zaman uçağına bazı gazetecileri de davet ediyor.
Davet edilen gazetecilerin bir bölümü genellikle aynı isimler, bazıları da değişiyor.
Son günlerde bazı gazetelerde bu konuda eleştiriler yayımlanıyor: Başbakan neden her gazeteden bir kişi davet etmiyor da davet edeceği isimleri özel bir seçime tabi tutuyor?
Bunun “boş bir tartışma” olduğunu düşünüyorum.
Başbakan ya da herhangi bir yetkili yurtiçi ya da yurtdışı gezilerine istediği gazetecileri çağırmak hakkına sahiptir.
Başbakan mesela benim gibi görmekten hoşlanmayacağı bir gazeteciyi bilmem kaç saat burnunun dibinde neden taşımak zorunda olsun?
Gazeteler Başbakan’ın gezilerini takip etmek istiyorlarsa bunu kendi olanakları ile de gerçekleştirebilirler.
Başbakan uçağına Anadolu Ajansı’ndan bir muhabir alsa bu sorun kendiliğinden ortadan kalkar.
Aslında doğru olan uygulama, davetlerin gazetecilere şahsen yapılmamasıdır. Ancak özel şirketlerin ya da halkla ilişkiler kuruluşlarının davetlerinde bu prensibe hassasiyet göstermeyenlerin, Başbakan’ın tercihlerinden de yakınmaya hakkı olmasa gerek.
Deve hamurunda fıstıklı tatlı!
SON günlerde okuduğumda beni en çok güldüren haber baklavanın Kıbrıslı Rumların milli tatlısı ilan edildiğine ilişkin haber oldu.
Avrupa Günü etkinlikleri nedeniyle Güney Kıbrıs’ta dağıtılan bir kitapta Rumların baklavayı kendi adlarına tescil ettirdikleri belirtiliyordu.
Kıbrıs’ın güneyine gazeteci olarak yaptığım gezilerde yemekten sonra “baklava” yemişliğim de var.
Şunu söyleyebilirim: Kıbrıs’ın Rum tarafında yapılan tatlıya baklava denemez. Bir isim aranıyorsa şu daha uygun: “Deve hamuru arasında fıstıklı tatlı”?
Zaten ona “baklava” deniliyorsa bizim Antep’te pişirilene başka isim vermek daha yakışık alır!
Türkler ile Yunanlılar ve Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasında yiyecekleri paylaşamamak gibi bir sorun var.
Aslında aynı coğrafyada yaşayan ve benzer malzemelerle yemek pişiren bu ulusların mutfaklarının benzer olmasında da şaşılacak bir şey yok.
Ancak şuna dikkatinizi çekmek isterim: Bu coğrafyada gerek Osmanlı döneminde ve gerekse Doğu Roma (Bizans) döneminde imparatorluk merkezi İstanbul idi. Her iki imparatorluğun siyasal ve toplumsal yaşamına yön veren Saray da bu kentteydi.
Halkların mutfak alışkanlıklarının “rafine edilmesi, kendine özgü incelikler kazanması” ise sadece bizim bölgemiz için değil, tüm dünya için geçerli bir durum olarak imparatorluk, krallık saraylarında gerçekleşti.
Dolayısıyla Kıbrıslı Rumların ve Yunanlıların bugün kendi mutfakları olarak düşündükleri yemeklerin kökenleri esasen Osmanlı Sarayı’nda aranmalı.
Yerel ürünlerimizi uluslararası alanda tescil ettirmek ve üretimlerinde geçerli olacak standartları belirlemek konusundaki tembelliğimizi ise bir başka yazıya bırakalım.