Yargıdaki gecikmenin nedeni belli!
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, çok ağır suçlamalara muhatap oldukları halde on yıldır haklarında bir mahkûmiyet kararı verilmediği için serbest kalan “zanlılar” ile ilgili olarak yüksek yargıyı suçlamaya devam ediyor.
Başbakan, “Şu anda öyle daire başkanları var ki ‘Ben bitirdim bütün işlerimi, önümde herhangi bir dosya yok ve süratle de işlerimi takip ediyorum diyor. Ama edemeyenler de var herhalde onlar da başka işlerle meşgul oluyorlar’” diyor.
Bu meseleyi de yüksek yargı ile olan kavgasında yeni bir aşamaya geçmek için kullanmak istiyor.
Yargıtay’daki iş yükünün hafifletilmesi için kurulacak istinaf mahkemelerinin gecikmesine ise şöyle bir değinmiş: “Niçin geciktiği, bu da ortada, fakat şu anda öyle zannediyorum ki artık sona doğru yaklaşıyoruz. İstinaf mahkemeleriyle ilgili olarak zaten fiziki şartları bitirmiş vaziyetteyiz. Sadece bu konularla ilgili atama safhasında Adalet Bakanlığımız. Bunun atamalarını da HSYK ile birlikte gerçekleştirecekler, burada bizim daha başka herhalde bir sıkıntımız kalmadı.”
Bu sözler açıkça ortaya koyuyor ki hükümet, fiziki şartlarını yerine getirdiği istinaf mahkemelerinin kurulması işini oyalamış. Amaç belli: Yargıç ve savcı atamalarında siyasi iktidarın tam söz sahibi olacağı HSYK değişikliğini beklemek!
O beklendiği için bu iş yapılamamış!
Ve şimdi ortaya çıkan tablo nedeniyle Yargıtay’ı suçluyor, “İşlerini zamanında yapmadılar, çünkü başka şeylerle uğraştılar” diyor.
Şunu merak ettim: Yargıtay’da dosyaların yığılmakta olduğunu hükümetin görmesi için bu sonucun ortaya çıkması mı gerekiyordu?
Bir ülkede yapılan ve yapılamayan her işin sorumlusu hükümet değil midir?
Ambulans trafiğinde gariplik var
DAHA önce de böyle miydi, yeni mi başladı bilmiyorum, çünkü dikkatimi çekmemişti.
Dikkat ediyorum, Boğaz’daki iki köprüde oldukça yoğun bir ambulans trafiği var.
Ambulanslar Anadolu yakasından Avrupa’ya, Avrupa yakasından Anadolu tarafına sirenlerini çala çala gidip geliyorlar.
Her iki köprüde de trafik, istisnai saatler dışında yoğun oluyor.
Ambulanslar sirenlerini çalarak gittiklerine göre taşıdıkları hastalar acilen hastaneye yetişmesi gereken hastalar.
Oysa artık her iki yakada da iyi hastaneler var.
Demek ki bu işte bir plansızlık olmalı.
Ya ambulansların kentin iki yakası arasındaki dağılımı eşit değil, acil çağrıya karşı yakadaki ambulansların müdahale etmesi de gerekiyor.
Ya da ambulanslar aldıkları hastaları en yakındaki hastaneye değil de kendi çalıştıkları hastanelere götürmek için köprüyü geçmek gibi anlamsız bir işe kalkışıyorlar.
Geçmişte bazı uyanıkların köprüyü kolayca geçmek için ambulans kiraladığı olayları gazeteler ortaya çıkarmıştı. Artık böyle bir durum olacağını hiç zannetmiyorum.
Ama yine de bir tuhaflık olduğu çok açık.
Çağrılan ambulansların bazen uzun süre hiç gelmediği, bazen de iki-üç ambulansın birden aynı olaya gittiği de bir başka gerçek.
Bu işi planlamak, ambulansları tek bir çağrı merkezinden yönlendirmek ve hastaların en yakındaki hastaneye götürülmesini sağlamak herhalde bu kadar zor olmamalı.
Kenan Paşa da böyleydi!
BİR sanat eserini beğenmemek herkesin hakkıdır. Ben de bazılarını hiç beğenmem mesela. Resimse duvarıma asmak istemem, heykelse bahçemde bulunmasını arzu etmem. Bazılarını da hiç anlamıyorum zaten.
Ama benim onları beğenmemem bir sonuç doğurmuyor. O sanat eserini beğenenlere, kendi fikrimi zorla kabul ettirecek gücüm de yok zaten, beğenmediğimi söylüyorum, mesele bitiyor.
Demokratik ülkelerin siyasetçileri, yöneticileri de kuşkusuz ki her sanat eserini beğenmiyorlar.
Konu oraya gelirse eminim beğenmediklerini de söylüyorlardır.
Ama hiçbirinin sırf bir eseri beğenmedi diye, “Bunu kaldırın, gelecek sefer buraya geldiğimde gözüm görmesin” dediğini de zannetmiyorum.
Çünkü insanların bir sanat eserini beğenip, beğenmemesinin kişisel bir mesele olduğunu biliyorlar.
Yönetici konumdaki kişilerin beğenmedikleri sanat eserlerini kaldırıp çöpe attırmaları ancak otoriter rejimlerde söz konusu olabiliyor. Hatta bir adım daha ileri de gidiyorlar, beğenmedikleri sanatçılara hiçbir şey de yaptırmıyorlar, yapmaya kalkışanı hapse de tıkıyorlar.
Bu kişilere genel olarak diktatör diyoruz. İnsanların neyi okuyup, hangi resme bakacaklarına, hangi heykelin kentin meydanında olacağına onlar karar veriyor, çünkü onlar her şeyi herkesten daha iyi biliyorlar.
Bu açıdan bakınca Kenan Paşa’nın 12 Eylül döneminde galerilerden resim kaldırtmasıyla, Başbakan’ın kent parkından heykel söktürmesi arasında bir fark da göremiyorum.
Demokratik bir ülkenin Başbakanı’nın bu tür meselelerde daha hassas olmasını bekliyorum.
O heykeli beğenmiyorsa çaresi onu yıktırmak değil, bir tane de beğendiği heykelden yaptırmak olmalıdır.
Toplumların kültürel varlıkları yakıp yıkarak değil, yenilerini yaparak gelişir, büyür.