Benzeri bir duyguyu helikopterle Tiran üzerinden uçarken yaşamıştım. 
Yukarıdan bakınca aşağıda tek dikkati çeken şey, irili ufaklı binlerce, belki de on binlerce “korugan”dı..
Neredeyse her evin bahçesinde bir mini korugan vardı. Bunlar, kentin dış mahallelerine doğru büyümeye başlıyordu. Kentin dışı da çepeçevre devasa koruganlarla çevrilmişti. Aşağıda gördüğüm sanki bir 20. Yüzyıl kenti değil de bir ortaçağ kasabasıydı: Koruganlardan oluşan bir surla çevrili ortaçağ kasabası..
O saraysa, Çırağan ne? 
Enver Hoca’nın “emperyalist işgal paranoyası”nın vardığı boyutun büyüklüğü, insanın içinde garip bir acıma hissi yaratıyordu.
Günlerdir Irak’ın değişik yerlerinde kurulu “Saddam’ın sarayı” fotoğraflarını görüyorum.. Bir tane iki tane değil, belki onlarca devasa saray.. 
Sadece Bağdat’ta bile benim sayabildiğim kadarıyla Saddam’ın dört sarayı vardı..
Adı saray olan, devasa beton binalar.. 
Dünyanın doğu ucundan başlayıp, batı ucuna kadar değişik ülkelerde gördüğüm belki yüzlerce “saray” ile alakası olmayan, zevksiz, iğrenç binalar.. 
Eğer Saddam’ınkine “saray” deniliyorsa, Çırağan’a, Champs Elysee’ye ne demeli, bilmiyorum..
Megalomanik binalar
Bu fotoğraflara bakarken Saddam’ın acımasız olduğu kadar zevksiz bir diktatör olduğu gerçeğini gördüm sadece.. İnsanın içinde buruk bir acıma duygusu yaratan, dizginlenemeyen megalomanik hayallerin ürünü binalar.. 
Fotoğraflardan biri hâlâ gözümün önünde.. Bir Amerikan deniz piyadesi, Saddam’ın saraylarından birinin harabeye dönüşmüş salonlarından birinde, eskiden yemek masası olduğunu tahmin ettiğim bir şeyin üzerinde ayakta duruyor. 
Bir Barbie bebek gibi
Sanıyorum bu fotoğrafı çarpıcı hale getiren şey de buydu. İçinde bir insanın varlığı, salonun anlamsız büyüklüğünü, tavanlarının inanılmaz yüksekliğini görmeyi kolaylaştırıyordu. Deniz piyadesi o koca salonun içinde üzerindeki onca teçhizata rağmen küçücük görünüyordu. Çocuğunuzun odasında yerde unutulmuş bir Barbie bebek ne kadar bir büyüklük ifade ediyorsa, o deniz piyadesi de o kadardı. 
Sinan’ın mahareti..
Hangi tarzda inşa edilmiş olurlarsa olsunlar sarayların bir özelliği de binanın üstünüze bir dağ gibi çökebileceğini hissettirmesidir. Bir sarayın içinde dolaşırken bu büyüklük, size iktidarın kimde olduğunu gösterir, gözünüzün, aklınızın içine sokar. 
Ama o sarayı “bir insan evladı” yapmışsa, ki çoğu mimar öyledir, içinde kendinize uygun, “işte burada yaşayabilirim” diyebileceğiniz bir alan da bulursunuz. Büyük mimarları büyük yapan şey budur. Sinan’ın dünyanın önemli mimarlarından biri olmasını sağlayan özelliği de budur.. 
İyi ki devrilip gitti!
Binaların nasıl görünürlerse görünsünler, donuk ve cansız olmadıklarını düşünürüm. İnsanın yaşadığı mekân, tıpkı insan gibi değişkendir. Aynı zamanda da içinde yaşayan insanların kimliği, kültürüdür. 
İnsan ise düşlerinin yaratığıdır. Onu diğer canlılardan ayıran bir özellik de budur. Yaşadığımız binalar ya da en geniş tanımıyla “mekânlar” da bu düşlerin, hayallerin bir yansımasıdır, sonucudur.
Saddam’ın kendisine “yaşamak” için böyle yerler yaptırmış olması da elbette sadece Iraklı mimarların zevksizliği ile açıklanabilecek bir şey değil. 
Bunlar Saddam’ın görgüsüzlügünün, megalomanisinin sonucu.
Walter Benjamin, “Odası, kişi için, dünya tiyatrosunda bir locadır” diyor.
Saddam’ın “locası”nın fotoğraflarına bakarken düşündüğüm tek şey şu: İyi ki devrilip gitti!
