MİLLİYET

Altıncı kuralı hatırla!

  İki başbakan bir odada oturmuş, devlet işlerini görüşüyorlar… Neredeyse inme geçirecek bir öfkeyle aniden içeriye dalan bir adam bağırıp çağırır, ayaklarıyla yeri döver ve masaya yumruğunu indirir. Ev sahibi başbakan onu uyarır. “Peter” der, “ne olur altıncı kuralı hatırla.” Bunun üzerine Peter derhal tam bir sükûnete avdet eder, özür diler ve odadan çıkar.

Politikacılar yeniden sohbetlerine dönerler, ama 20 dakika sonra çılgınca el kol hareketleri yapan ve saçları havada uçuşan isterik bir kadının içeri girmesiyle konuşmaları tekrar bölünür. Bu davetsiz misafir de aynı sözlerle karşılanır. “Marie, altıncı kuralı hatırla lütfen.”
Bir kez daha odaya tam bir sükûnet siner ve kadın da eğilerek, özür dileyerek odadan çıkar. Aynı sahne üçüncü kez tekrarlanınca konuk başbakan meslektaşına şöyle der: “Aziz dostum, hayatımda bir sürü şey gördüm, ama bunun kadar çarpıcı olanına hiç rastlamadım. Bir sakıncası yoksa şu altıncı kuralın sırrını benimle paylaşır mısın?”
“Çok basit” diye karşılık verir ev sahibi başbakan. “Altıncı kural ‘Kendini bu kadar ciddiye alma’ demektir.”
“Ya” der konuk başbakan, “güzel bir kural bu.”
Bir süre düşünceye daldıktan sonra şunu öğrenmek ister: “Sormam garip kaçmayacaksa, öteki kurallar ne peki?”
“Başka kural yok.”

Al Pacino’nun sırrı
Okuduğunuz bu öyküyü Rosamund Stone Zander ve Benjamin Zander’in “Sınırsız Düşünün Hayatınız Değişsin” isimli kitabından aldım. (Boyner Yayınları, Çeviren: Nurettin Elhüseyni.)
Kitabı okuduğumdan beri de kendi kendime sürekli aynı şeyi tekrarlıyorum: Altıncı kuralı hatırla!
Bu öykü bana, Al Pacino ile yapılmış bir söyleşide okuduğum yanıtı hatırlattı… Al Pacino’ya muhabir soruyor: “Al Pacino olmak nasıl bir duygu?”
Büyük yıldızların, hayranları ve medya tarafından hormonlanmış egolarıyla saatlerce konuşarak yanıtlayabilecekleri bir soru… Muhabir de zaten büyük bir olasılıkla böyle bir yanıt bekleyerek sormuş soruyu. Pacino’nun yanıtı şöyle, aklımda kaldığı kadarıyla: “Al Pacino olmak demek, 1.60 boyuna ve şekilsiz suratına rağmen gittiğin her yerde en güzel kadınların boynuna atılması demektir.”
Bir de bunun tam tersi var, bir filmden aklımda kalmış… Bob Fosse’un ‘All That Jazz’ adlı filminden bir replik. Hızla yükselmek için her şeyi yapmaya hazır bir genç kadın oyuncu, filmde bir müzikal yönetmenini canlandıran Roy Schider’e şöyle diyordu: “Bir film yıldızı olmak istiyorum. Çocukluğumdan beri yüzümü 12 metre genişliğinde bir perdede görmek istedim hep.”

‘Yapma’cık hayatlar
Gazetelerde, dergilerde ülkemizin önde gelen siyasetçi, işadamı, şarkıcı ve oyuncularıyla yapılmış röportajları okuyorum. Televizyonlardaki “talk showöları izliyorum…
Herkes kendisinin ne kadar önemli olduğunu, yaptığı işin ne başarılmaz ve ulaşılmaz bir iş olduğunu anlatmakta adeta birbiriyle yarışıyor…
Aslında “hiçbir şey” olduklarını hepimizin bildiği insanlar çoğu… Ama inanılmaz bir “şişik ego”ya sahipler ve “altıncı kuralı” da bilmedikleri için, biraz kaba bir tâbir olacak ama, atıp duruyorlar.
Şöhretin, tanınır olmanın en büyük değer haline getirildiği, her şeyiyle “yapma” bir hayat…

Hormonlu egolar…
Belki de bir türlü Al Pacino olamamaları bundan kaynaklanıyor… Yüzlerini üçüncü hamur gazete kâğıdına basılmış ya da televizyonun cam ekranında hareket eder halde görmek onlar için tek amaç sanki…
Bu tür şişik ego sahipleri bazen toplantılarda hemen önümde oturuyorlar. Kameraların ışığı yandığında ya da flaşlar patlamaya başladığında birden nasıl hareketlendiklerini, oturuşlarını, duruşlarını nasıl değiştirdiklerini izliyorum…İçimden cebimden bir iğne çıkarıp enselerine batırmak ya da elimi uzatıp saçlarını dağıtmak duyguları yükseliyor ama çabuk bastırıyorum. Bunu yaparsam “koruma” kurşunlarına hedef olmak da var çünkü…
Eskiden tahta çıkan padişaha söylenen ilk söz şu olurmuş: “Mağrur olma sultanım, senden büyük Allah var.” Atalarımız demek ki o büyük imparatorluğu kurarlarken “altıncı kural”ı da biliyorlarmış diye düşünüyorum.