Aşktan başka konu mu yok?
Geçen gün bir arkadaşımın evindeki sohbette, bazı televizyon dizilerinde yönetmen yardımcılığı yapan bir hanım misafir, finansman sorunlarını çözünce çekmeyi planladığı bir filmden söz etti.
Sohbet, film çekmek, roman yazmak gibi bir “sanatsal eylemle” ilgiliyse herkes hemen şunu sorar: Konusu ne?
Nitekim o gün de öyle oldu. Konu, 1960’ların İstanbul’unda geçen üçlü bir aşk hikâyesiymiş..
Tanınmış, başarılı bir ressam olan ev sahibimiz bunun üzerine bana şöyle bir soru sordu: “Neden bütün Türk filmleri bir aşk hikâyesinin etrafında dönüp dolaşıyor? Başka konu bulamıyor mu Türk senarist ve yönetmenler?”
“Çünkü” diye yanıtladım, “aşk, insanların yaşamının önemli bir parçası ve varlığı da yokluğu da birey için gerçek bir problem olabiliyor. Ayrıca aşk filmi küçük bütçelerle de çekilebiliyor. Türk yönetmenler pahalı prodüksiyonlar için para buldular da, konu bulmak mı kusur kaldı?”
Sanatın ta kendisi..
Benzer bir soruyla Hasan Bülent Kahraman’ın son kitabı “Cinsellik. Görsellik. Pornografi”de de karşılaştım.
Şöyle soruyor: “Neden aşk, sanatın neredeyse ta kendisi? İnsanlar neden sanatın belki de en önemli kurucu öğelerinden biri olarak aşkı gördüler, görüyorlar?.. Acaba aşkla sanat arasında doğrudan bir ilişki var mı?”
Kahraman bu çok ilginç eserinde sanat tarihinin belirli akımlarının kendilerini belli aşk anlayışlarıyla özdeşleştirdiğini anlatıyor.
Örneğin “sürrealizm”, varlık nedeni olan “üst gerçekleri” anlatabilmek için “çılgın aşk” kavramını geliştirmiş ve ona sahip çıkmış. Kahraman, bizden de örnekler veriyor:
En zor işlerden biri
“Belki tümünden daha önce geleni, dil kısıtlamaları nedeniyle dünyanın yeteri kadar algılayamadığı bizim divan ve tasavvuf edebiyatıdır. Her iki edebiyat da aşkı salt önceden belirlenmiş ve ifade edilmesine çalışılmış bir aşama olarak görmekten uzaktır. Tam tersine, aşkı ifade ediş biçimleri ve onun varlığı bu edebiyatların oluşumunu da doğrudan etkilemektedir.. Bütün Mevlevi geleneğinin de gene aşk ve esrime noktasında biçimlendiğini unutmamak gerekir.”
Aşkı tanımlama çabası, sanırım dünyanın en zor işlerinden biri.
Aşkın yaşamımızın önemli bir parçasını oluşturduğu da başka bir gerçek.
Ve insanın böyle bir “bilinmezle” karşılaşmasının uzantılarını sanatta bulması da kaçınılmaz.
Çünkü ‘en önemli’ o..
Çünkü sanat dediğimiz şey, özünde “bilinmezi somutlaştırma çabası”ndan başka bir şey de değil.
Öte yandan “yedinci sanat” sinema, belki bütün öteki sanat dallarından çok daha fazla “ticari” bir nitelik taşıyor.
Yatırılan para büyük ve bunu geri döndürebilmek için mümkün olduğunca çok alıcıya ulaşmak gerekiyor.
En vahşi cinayetlerin işlendiği, arabaların parçalandığı, orduların savaştığı filmlerde bile geri planda bir aşk öyküsünün olmasının nedeni de bu.
Çünkü “Sanat, hayatı taklit ediyor” ve aşk her şeye rağmen yaşamlarımızın en önemli unsuru.