Zaman zaman aynaya bakıyorum da, çocukluğumun en eski anısının elinde bir tabak ve kaşıkla peşimden koşturan anneannemin görüntüsü olduğuna inanamıyorum…
Kimbilir belki de bugün oturduğum sofralarda bazen kendimi kaybedip kıtlıktan çıkmış gibi davranmam, o yıllarda bilinçsiz olarak yaptığım “ölüm orucu”nun bir sonucudur…
Böyle olacağını bilseydi rahmetli anneannem de daha az yorulurdu diye üzülüyorum…
Ve elbette ne akılsızlık ettim de o sıskalıktan uçacak halimle istediğim kadar her şeyden yeme olanağım varken yemedim diye de hayıflanıyorum.
Son günlerde “yemek yemenin ideolojisi” üzerine yazılmış birçok kitap yayımlandı… Bazılarından bu köşede sizlere de söz ettim, hatırlayacaksınız…
Ama bugün bahsedeceğim kitap kadar içimi ısıtanının da olmadığını belirtmek istiyorum, peşin peşin…
Selim İleri’nin “Oburcuğun Edebiyat Kitabı”ndan söz ediyorum. (Doğan Kitap)
Sayfaları, iyi pişirilmiş bir yemeği yeme hızımla çevirirken gözümün önünde de hep Selim İleri’nin mütebessim görüntüsü vardı…
Arkadaşım obur!
Hürriyet’in Pazar eki için yazılar yazdığı dönemde (yanlış hatırlamıyorsam bir 15 yıl kadar oluyor) Selim İleri ile birlikte çalışmıştık.
İstanbul’un, en sıkı dostları bile birbirine ulaşamaz hale getiren kaosu içinde sanıyorum o tarihten beri de bir ya da iki kere görüşebildik.
Doğrusu bu kadar “obur” olduğunu bilmiyordum. Belki de o yıllarda en yakın arkadaşımın Tuğrul Şavkay olmasından kaynaklanıyor olabilir bu cehaletim… İnsanın gözünün önündeki “obur” örneğinin Tuğrul Şavkay olması, elbette öteki oburların “iştahsız” olarak nitelenmesine yol açacak bir görelilik yaratabilir…
Selim İleri’nin bu son kitabı insanın ağzının suyunu akıtacak bir yemekler dünyasına götürüyor okuyucuyu… Gerçek bir yazarın elinden çıkmış bir mutfak gezileri kitabı… Yazarın anılarıyla, şiirle, edebiyatla bezenmiş, mükellef bir sofranın çağrısı bu…
Eksiksiz sofra…
Şöyle hissettim okurken: Önce yemek tariflerini yazıyorsunuz, sonra üzerine yazarın çocukluk ve gençlik anılarından hazırlanmış insanın damağında gerçek bir acı badem rayihası bırakan bir sos döküyorsunuz… Büyük yazarların romanlarından, koca yürekli şairlerin şiirlerinden oluşan bir garnitürü de tabakların yanına koyup, sıcak sıcak servis ediyorsunuz.
Bir yandan köylülükten kentliliğe geçmeye çalışan bir ülkenin küçük burjuvalarının nasıl bir kültürel dönüşümden geçtiğini izliyor, öte yandan kaybedilmiş eski tadların, alışkanlıkların, adetlerin matemini tutuyorsunuz…
Kitapta sayamadığım kadar çok yemek tarifi var… Ben kendimi, “yemek bilir” zannedenlerdenim, ama gördüm ki benim de bilmediğim birçok yemek varmış. İlk fırsatta deneyeceğim birçok ilginç reçete…
‘Fırında palamut’a davet..
Yıllar önce sadece 49 gün yayımlanıp kapanan Hürgün’ün Pazar ekinin editörlüğünü yaparken Tuğrul Şavkay’a “yemek kültürü” sayfası yaptırırdım…
Her sayfada da yabancı dergilerden bulduğumuz harika yemek fotoğraflarına eşlik eden bir ilginç yeni tarifin olmasına özen gösterirdik. Tuğrul “Yahu Müdür bunlar pişmez ki!” dediğinde her seferinde şunu söylerdim: Bunlar pişirmek için değil, okunmak için… Ama tonlarca yemeği berbat edip çöpe attıktan sonra kazandığım tecrübe, İleri’nin tariflerinin okunmak kadar pişirmek için de olduğunu söylüyor bana…
Son bir not da Selim İleri’ye: Kitabında “Nice zamandır fırında palamut yediğim yok” diye yazmışsın… İçim parçalandı desem yeridir… Eylülde palamutlar fırınlık kıvama geldiğinde bir akşam eve bekliyorum. Gelirken Tuğrul ve Ahmet Örs’e de haber vermeyi unutma…