Türkiye tarihinin en önemli günlerine gelmiş bulunuyoruz. Çok değil, on gün sonra Avrupa Birliği ile ilgili olarak kafamızda beliren soruların tümünün yanıtını da almış olacağız.
AB üyesi bazı ülkelerin Türkiye’nin üyeliği konusuna hiç sıcak bakmadıklarını biliyoruz. Türkiye’nin AB içindeki geleceğinin belirleneceği zirve toplantısı öncesinde gazetelere yansıyan haberler birçoğumuzun moralini de bozuyor olmalı..
Özellikle Fransa’nın başını çektiği bir küçük grubun tam üyelik konusunu “açık” bırakmak ve bir adım daha da ileri gidip karar metnine “üyelik dışı başka çözümler” de sokmak istedikleri biliniyor.
Bilinen gerçekler
Hatta Fransa’nın bugünkü yöneticilerinin bununla da yetinmeyip on-on beş yıl sonrasını şimdiden ipotek altına alacak nitelikteki açıklamalarını da okuyoruz: “Fransız halkı Türkiye’nin tam üyeliği ile ilgili referandumda hayır oyu kullanabilir!”
Bunun da gerçekleşmesi hiç uzak bir ihtimal olmadığını biliyoruz.
Türkiye’ye tarih verilmesinden başlanarak “yeminli Türkiye karşıtları”nın kendi kampanyalarını sürdürmeye devam edecekleri ve bunun sonuçlarının da yapılması olası referandumlara yansıyabileceği de bir sır değil.
Öte yandan, bütün bunlara bakıp Türkiye’nin üyelik için bu kadar çaba göstermesinin boş olduğunu düşünenler de var aramızda…
Kendimiz için…
“Bizi nasılsa üye almazlar, neden bu kadar uğraşıyoruz?” düşüncesinin de giderek daha sık konuşulacağını, tarih alınmasından sonraki reform çabalarının bu gerekçelerle engellenmeye çalışılacağını da tahmin etmek kolay.
Hep birlikte aklımızdan çıkarmamamız gereken şey şudur:
Türkiye, evet AB üyesi olmak istiyor ve bunun gereklerini yerine getirmek zorunda, ama bunu yapmak istemesinin nedeni de doğrudan doğruya kendi geleceğini düşünüyor olmasıdır.
Bir başka deyişle reformları başkaları istediği için değil, kendimiz istediğimiz için yapıyoruz, yapmalıyız.
Türkiye’nin önüne tam üyelik konusunda ileride çıkarılabilecek engellerin varlığı, bu çabayı bugünden durdurmak sonucunu yaratmamalı.
Yanıt vermemiz gereken..
“Biz ne istiyoruz?” yanıt vermemiz gereken soru budur:
Biz demokratik ve laik bir ülkede refah içinde yaşamak istiyoruz.
Avrupa’nın herhangi bir ülkesindeki sıradan bir vatandaş hangi demokratik haklara sahipse burada da o hakların geçerli olmasını istiyoruz.
Bugüne kadar tercih ettiğimiz yolun Türkiye’ye bir ilerleme sağladığı gerçek elbette, ama bunun yeterli olmadığı konusunda da sanırım hemfikir olmalıyız.
Ekonomisi daha gelişmiş, vatandaşları daha iyi eğitilmiş, daha geniş demokratik olanaklara sahip mutlu bir ülkenin vatandaşları olmak istiyorsak, hangi yolu tercih edeceğimiz bellidir.
Aksi tutum bizi ikinci sınıf bir Ortadoğu ülkesi olmaktan daha ileriye götüremiyor, bunu yaşadık..
Onu yarın düşünürüz…
Bu nedenle Fransa ne diyormuş, gelecekte bize nasıl bir rol düşünüyorlarmış, bunun bir değeri yok.
O sorunu nasıl çözeceğimiz, hatta çözmek isteyip istemeyeceğimiz bugün değil, o gün düşüneceğimiz bir konudur.
Ekonomisi ve demokrasisi gelişmiş, refah düzeyi yükselmiş bir Türkiye’nin vatandaşları olduğumuzda belki tam üye olmayı biz de istemeyeceğiz.
Bugünkü hedefimiz tam üyelikten daha çok ülkemizi geliştirmek, halkımızı refaha kavuşturmak, sağlıklı bir demokratik yapı kurabilmektir.
AB hedefine ulaşmak için yapacaklarımız, tam üye olsak da, olmasak da Türkiye’ye bunu sağlayacak…
