Çarşamba gecesi sinemaya gittim.. Biraz zaman aldı, çünkü dolambaçlı bir yoldu. Sinema salonuna gelene kadar üç kere otomobil, iki kere uçak değiştirmem gerekti!
Filmi, bir geceliğine gittiğim Cannes’da izlediğimi söylersem yolun neden uzun sürdüğü daha iyi anlaşılacak..
15 ile 26 Mayıs arası Cannes’da Film Festivali yapılıyor.. Bu günlük dile şöyle çevrilebilir: Sokaklarda smokinli erkekler ve tuvaletli kadınlarla; mayolu, şortlu insanların aynı anda ve bir arada dolaşması..
Festival Sarayı’nda ilk gösterimi yapılan filmler için kıyafet zorunluluğu var. Bunun için de yaz sıcağında “penguen” kılığına girmek gerekiyor.. Türkiye’de bu tür törenlere ‘blue jean’le gitmek “protest” bir davranış sayılabiliyor ama burası Cannes ve kapı görevlileri “sen benim kim olduğumu biliyor musun”un Fransızcasını anlamadıkları için böyle davranılamıyor.
Aykırılar bile smokinli
En aykırı sanatçı bile smokinini giyiyor ve salona öyle geliyor..
Kadınların işi daha kolay elbette… Çoğu bir şey giymiyor.. Giyenlerin bir bölümü de paraları ancak dantele yettiği ve astar alamadıkları için öylece geliyorlar..
Bu, Cannes’a film seyretmek için ikinci gelişim. İlkinde Hıncal Uluç ile birlikte, önümüzde yürüyen ve üzerinde sadece şeffaf bir şifon parçası olan bir hanıma şaşkınlıkla bakarken çekilen bir fotoğrafımız yerel bir gazetede yayımlanmıştı..
Ama insan yine de bazı şeylere kolay alışamıyor. Önceki gece de eminim gazetelerin arşivlerinde tozlanacak böyle bir çok fotoğrafım çekildi..
‘Yıldızlığın’ tadı
Festival Sarayı’nın önüne Renault’nun yeni “prestij aracı” Vel Satis’le geldim. Şöförümüz her hangi bir filmde her hangi bir rol vermek için hiç tereddüt etmeyeceğiniz, romantik bakışlı mavi gözleri olan bir sarışın hanımdı..
Saray’ın çevresi şortlu, mayolu turistler ve yerli halk tarafından çevrilmişti.. Otomobillerden inenlerin hangi filmde oynadığını, kim olduğunu merak eden bir kuru kalabalık.. İnsan böyle bir ortamda otomobilden inince kendisini film yıldızı zannediyor.. Sadece insanın kendisi değil elbette, çevrede biriken halk ve fotoğrafçılar da öyle zannediyorlar.. Bunun tadını çıkardım. Fotoğrafçılara çeşitli açılardan pozlar verdim, ahaliye tebessüm ettim..
24 basamakta ‘zirve’
Festival Sarayı’nın önünden itibaren kırmızı halılar döşenmiş. Halıların üzerinden yürüyüp merdivenlere doğru gelirken yüzünüze doğru belki yüz tane flaş patlıyor. Toplam 24 basamaklık bir merdiven sizi kapıya götürüyor. O merdivenlerden çıkarken kendimi bir an için dünyanın zirvesine doğru tırmanıyor gibi hissettim.
Film dünyasının sanal şöhretler yaratmaya çok uygun tabiatı mıydı bunun nedeni, yoksa insanoğlunun hiç bir zaman yenmeyi başaramadığı egosu mu, artık bilemiyorum..
Salonda Sharon Stone ile karşılaştım. Gözlerimin içine bakarak gülümsedi ve “hi!” dedi.. Sanki beni tanıyormuş gibi.. Kocası meslektaşım olduğu için kibarca aynı şekilde selamladım, yılışıklık yapmadım..
Sharon Boşnak mı?
Hiç makyaj yapmamıştı. Üzerinde pijamayı andıran bir giysi vardı. Teni o kadar şeffaftı ki rahmetli Yakup Dedemi hatırladım.. Erkek torunlarına Boşnak kızlarla evlenmelerini tavsiye eden dedemi.. Şöyle derdi: Tenleri o kadar şeffaftır ki su içerken suyun boğazından geçtiğini bile görebilirsiniz! Sharon’un soyunda Boşnaklık var mı diye merak ettim.
Siz de izlediğim filmi merak ediyor olmalısınız. Fin yönetmen Aki Kaurismaki’nin “Geçmişi olmayan adam” isimli filmini izledim. Başarılı bir oyunculuk ve çok temiz bir “işçilik” vardı filmde.. Ama film bittiğinde neden o kadar çok alkışlandığını anlayamadığımı da itiraf etmeliyim. Bana sorarsanız Vizon Tele çok daha ilginç bir filmdi.
Filmin ardından yapılan “nümayiş”i gördükten sonra şöyle düşünüyorum: Türk sinemasına eleştirmeni, gazetecisi ve seyircisiyle galiba çok haksızlık ediyoruz!