Günlük yaşamımızı sürdürürken kullandığımız deyişlerin, kavramların zaman içinde nasıl değiştiğini hiç düşünmeyiz. Zannederiz ki onlar zaten hep oradaydılar ve bundan sonra da öyle olacaklar…
Örneğin “fikirler”in yerleşim alanı olarak düşündüğümüz yer kafamızın içidir. Düşünmemizi, hissetmemizi, konuşmamızı, görmemizi sağlayan beynimizin kafamızın içinde yer alıyor olmasından ileri gelir bu…
Beynimizin kafamızın içinde olduğunu da çok uzun zamandır bildiğimize göre fikirlerin de hep kafamızın içinde olduğunu, olageldiğini düşünürüz…
Ama bu doğru değildir… Homeros’tan önce insanlar, fikirlerin karaciğerlerinde olduğuna inanırlardı. Ondan daha da önce diyaframımızda… Muhtemelen şöyle konuşmalar duyuluyordu o tarihlerde: “Diyaframımda bir fikir var…” Ya da “Karaciğerimde dolaşan bin bir türlü fikir beni huzursuz ediyor!” gibi…
Fikrin yuvası içimizde
Homeros’tan sonra Antik Yunanlılar fikirlere “yuva” olarak “yürekölerini seçtiler. Fikirlerin, insanın o dönem için en karmaşık organı olduğu düşünülen yüreğin içine yerleşmesi aslında hiçbir şeyi değiştirmedi. Fikir, fikirdi… Karaciğerden ya da yürekten çıkıyor olması bir şeyi değiştirmeyecekti.
Hangi sürecin sonunda fikirlerin yuvası olarak kafamızın içini seçtiğimizi bilmiyorum.
Ortega Y. Gasset, “İnsan ve Herkesöte (Metis Yayınları, Çeviren: Neyire Gül Işık) fikirlerin nereye yerleştirildiğinden daha çok, hep bir iç organa yerleştirilmiş olmasının önemli olduğunu söylüyor. “Böylelikle fikirlerin, dış dünya karşısında, dünyada bulunmayan bir başka dünya oluşturduklarını dile getiririz: bizim iç dünyamızı yani…” diyor.
Gasset, düşünceye dalma olanağının insanoğlunun temel niteliği olduğunun en iyi fark edileceği yerin hayvanat bahçeleri olduğunu söylüyor. Özellikle de “uzaktan akraba” sayıldığımız maymun kafeslerinin önünü tavsiye ediyor.
Varlığını kim yönetiyor?
“Eğer biraz sakin kalıp, maymunların sahnesini edilgenlikle seyredersek, bir özellikleri sanki kendiliğinden ortaya çıkıp, bir ışın gibi bize ulaşacaktır. O şeytansı hayvancıkların öyle sürekli bir tedirginlik içinde, çevrelerine bakınarak, oradan gelecek tüm işaretleri duyumsayarak durup dinlenmeksizin dikkat halinde, hep, anında, mekanik bir kas refleksinin atılımıyla, kaçarak ya da ısırarak yanıt verilmesi gerekecek bir tehlikenin gelmesinden korkar durumda bulunmalarıdır bu özellik. Gerçekten de hayvan hep dünyadan korkarak yaşar, aynı zamanda da dünyada bulunan ve gözüne görünen şeylere karşı dinmeyen bir istek içindedir, tıpkı korku gibi, dizginsiz, denetimsiz boşalıveren baş edilmez bir istektir bu. Her iki durumda da, hayvanın yaşamını yöneten, onu bir kukla gibi oynatıp hoplatan şey çevrenin nesneleri ve olaylarıdır… Maymun kendi varlığının yöneticisi değildir. Yaşantısı kendi kendisinden kaynaklanmaz. Hep kendi dışında olan bitene, kendisinden başka olana dikkat kesilmiştir” diye yazıyor.
‘Öteki’ne göre davranmak…
Oysa insanın böyle olmadığını biliyoruz. Bizi “iç dünyamız” yönetir. Yani doğrudan doğruya kendimiz…
Tek tek bireyler olarak hareket ettiğimizde, bizi yöneten her şey içimizden kaynaklanır. Ancak toplumsal olarak hareket etmeye başladığımızda birçok durumda bizi “dışımızdaki”nin, “öteki”nin de yönettiğini görüyoruz.
En çok da şu “türban” ve “Kürtçe” sorunlarına yaklaşımımızda gözlemliyorum bunu…
Gözümüz hep “ötekinin” ne yaptığını arıyor… Kendi varlığını yönetemeyen bir maymun gibi hep oradan gelebilecek tehlikelere, işaretlere bakarak hareket ediyoruz. Böyle hareket ettiğimiz için de “sorunu yönetemiyoruz”… Sorun bizim dışımıza çıkıyor, “ötekinin” istediği kadar büyüyor ve sırf bu yüzden de giderek çözümsüz hale gelebiliyor.
Bu nedenle “türban” üzerine CHP’nin, “Kürtçe” üzerine ANAP’ın getirdiği açılımları önemsiyorum. Sorunu “öteki”nden kaynaklanan bir bilinmez olarak ele almak yerine, içselleştirerek çözebilecek yeni bir düzleme taşıyabilir bunlar bizi… İnsan gibi düşünerek, “insani” bir çözüm bulabileceğimiz yeni bir düzleme!