MİLLİYET

Dağlar kızı Reyhan

 (Bir kızım daha var Bakü’de..)

Utandım. O anda hissettiğim tek şey buydu: Derin bir utanç.. Yaptığım bir uygunsuz davranıştan utanmıyordum. Tam tersine o ana kadar vahametini kavrayamadığım ve bu yüzden de hiçbir şey yapmadığım için utanıyordum.

Bakü’deki ikinci günümde Ertuğrul Özkök ile iki ‘kaçkın’ kampına gittim. Ermeni ordusunun, Karabağ’ı işgali sırasında topraklarından koparılıp ‘tehcir edilen’ bir milyona yakın Azeri’den bir bölümünün yaşadığı iki ayrı kamp… Kamp dediysem lafın gelişi; gözünüzde gerçek bir kamp canlanmasın: Yarım kalmış bir inşaatın bodrum katı.
15 – 20 metrekarelik, penceresi, suyu, tuvaleti olmayan odalarda iki üç aile barınıyordu. Çocuklar, kadınlar… O sefalete rağmen inanılmaz bir temizlik vardı. Yataklar katlanmış odaların bir köşesine konmuş, üzerlerine dantel örtüler örtülmüştü. Tek tük televizyona da rastlanıyordu o ‘ev – oda’larda. Duvarlarda Ermeni saldırısı sırasında ölen aile fertlerinin fotoğrafları asılıydı… Bizde de benzerlerine sıkça rastlayacağımız türden, elinde Zülfikar’ı ile, yakışıklı, siyah sakallı, derin bakışlı Hazreti Ali posterleri… Bir de bütün sefaletle tezat oluşturan Azeri Şampan Zavotu’nun çiçekler ve şampanya şişeleri ile süslü afişleri..
Yüzlerce kişinin kullandığı tek bir tuvalet, tek bir banyo, mutfak görevi gören bir kalas üzerine yerleştirilmiş elektrik ocakları.
Bir Azeri türküsü gibi..
Erkeklerin çoğu işte olmalıydı ki ‘kampın’ çoğunluğu kadınlar ve küçük çocuklardan oluşuyordu. Üzerlerinde yıkanmaktan rengi atmış partal giysileriyle güzel gözlü Azeri kadınları ve solgun tenli belki yüzlerce çocuk..
Beş yaşlarında, kara kıvırcık saçlı çelimsiz bir kız çocuğunun bakışlarını hâlâ unutamıyorum. Adını Reyhan koydum onun: Bir Azeri türküsündeki gibi, dağlar kızı Reyhan..
Siyah bir Mercedes’le gelen, kravatlı, ceketli iki yabancı adama biraz korku, biraz da merakla bakan o küçük kızı.. Nasıl unutabilirim ki? Daha yedi yıl önce benim kızım da o yaşlardaydı. Aynı çelimsiz kollar, aynı sıska beden, yüzüne büyük gelen aynı kocaman gözler… Fark Yasemin’in bir evinin, yurdunun, geleceğe umutla bakabilme imkânının olmasıydı sadece…
Ben göç acısını yaşamış bir ailenin çocuğuyum. Rahmetli Yakup dedem Manastır doğumluydu. Balkanları sarsan ateş dalgasının önünde savrulup arkalarında kendilerine ait olan her şeyi bırakıp kaçmak zorunda kaldığında 11 – 12 yaşlarındaydı. Aradan geçen onlarca yıldan sonra bile radyoda Vardar Ovası çaldığında gözlerinin yaşarmasına engel olamazdı. Karabağlı Azeri göçmenleri dinlerken, onların gözlerinde de aynı nemli ışıltıyı gördüm: Artık uzakta kalmış bir vatan, geri dönme umudunun her geçen gün biraz daha tükenişi, korkunç bir sefalet içinde çaresizlikle yaşama sarılma çabaları..
O gün derin bir utançla sarsılmama neden olan şey işte buydu.
Bir gazeteci olarak, bir göçmen çocuğu olarak bu çaresiz insanlar için bugüne kadar hiçbir şey yapmadığımı görmenin verdiği utanç. Bir milyona yakın insanı çoluk çocuk yollara dökenlerin, binlercesini öldürenlerin, ellerindeki avuçlarındaki son değerli şeyleri yollarda gasp edenlerin, 80 yıl önce yaşanmış bir başka ‘tehcirden’ şikâyet etmeye nasıl hakları olabilir diye düşündüm.
Bir de bu büyük dramın neden batı basınında hiç yer almadığının nedenini.. Bunun nedeni Azerilerin, Doğulu Müslümanlar olması mıydı acaba?

İdeal qişi neca olur?
Azerbaycan’da dikkatimi çeken şeylerden biri de giyim mağazalarının vitrinlerindeki yazılardı. Birçoğunun vitrin camında büyük harflerle ‘qişi ve qadın’ giysileri yazıyordu. Bu durum, kadını ‘kişiden saymayan’ doğu geleneğinin kullanılan dile bir yansıması mıydı? Bilmiyorum.
Pazar günü bir Azeri gazetesinden ‘apardığım’, “İdeal qadın neca olur?” başlıklı yazı üzerine hanım okuyuculardan “İdeal er neca olur?” sorusunu içeren mailler aldım. Demek ki konu ilgi çekiyor. Tekrar Azerbaycan’a gidip bu sorunun yanıtını arama imkânım olmadığına göre sizden yardım istiyorum. Hanım okuyuculardan gelecek ‘ideal kişi’ tanımlarını yakında yayımlayacağım.