Oranienburger Caddesi’nin kaldırımlarında ellerim ceplerimde yürüyordum. Bir türkü tutturmamıştım… Caddenin bana göre sol tarafında kalan kafeler yeni yeni hareketleniyordu. Cuma akşamı, saat 21.00 olmuştu ama hava o kadar aydınlıktı ki insan kendisini öğlen yemeğinden işe dönüyor zannedebilirdi..
.
Gördüğüm hiçbir şeye dikkatimi vermeden yürürken aklımda Yasushi Inoue’nin bir sözü vardı: “Söz konusu olan yaşamak da olsa, ölmek de olsa, insan her zaman kendisi için bir yüktür.”
Beyin jimnastiği
Inoue’nin, “Aşkın Üç Yüzü”nü okuduğumdan beri bu söz kafamın içinde dönüp duruyor. Çağrıştırdığı sorulara doğru dürüst bir yanıt da bulabilmiş değilim… Ama amaçsızca dolanırken, sabahları hızlı tempoyla yürüyüş yaparken o soruları düşünmek hoşuma gidiyor. Bir tür tiryakilik yarattığını bile söyleyebilirim.
Boğa şaha kalkmıştı…
Cuma akşamı saat 21.00 sularında normal bir insanın akıl sağlığını bozabilecek düşüncelerden sıyrılmamı sağlayan şey, bir demirci atölyesinden yükselen kaynak ve çekiç sesleri oldu..
Demirci atölyesi zannettiğim yer, meğerse bir heykeltıraşın atölyesiymiş.. Geniş cam vitrinden içeri baktığımda olağanüstü güzellikte bir boğa heykeli gördüm.
Gerçek boyutlarında, boynuzlarının ucundan vitrin ışıklarının pırıltıları yansıyan, şaha kalkmış bir boğa! İçeri girdim. Geniş bir tamirhaneyi andıran atölyenin dört bir yanı değişik boyutlarda heykellerle doluydu. Hurdaya çıkarılmış makine parçaları, her türlü vida, çivi, makas, İngiliz anahtarı, artık aklınıza ne geliyorsa bir araya getirilmiş ve heykel olup ete kemiğe bürünmüştü…
Esas sürpriz bir heykelin fiyatını sormak için kaynak yapan çocuğa yaklaşınca ortaya çıktı… Birecikli bir genç çocuk… Meğerse atölyenin iki sahibi Türk heykeltıraşlar Arda ve Kenan Sivrikaya’ymış..
Açık şehir…
Yeni Berlin’i anlatan kitaplarda sık sık “açık şehir” deyimine rastlamıştım. Fellini’nin “Roma: Citta Aperta”sı gibi… O heykeltıraş atölyesinden çıkıp civar sokaklardaki barlara daldığımda “açık şehir” tanımı kafamda iyice açıklığa kavuştu: Değişime hazır, ileriye bakan, yabancı olan her şeye açık, farklı ve yeni bir kent…
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda tamamen yıkılmış, bölünmüş, birleşmiş bir kentin dönüşümünü izlemek Berlin’de yaşayan birisi için gerçek bir serüven olsa gerek…
Her zaman İtalyan dizayn anlayışından üstün tuttuğum Alman tasarım felsefesinin yarattığı bu yeni kent, bu işlerden pek anlamasam da bana mimarlığın da geleceğini yaratıyor gibi geldi…
Her biri bir tasarım harikası olan yeni alışveriş merkezlerinde, dev binalarda, sokaklarda ve yeni parlamento binasında temelleri atılan bir gelecek…
Doğu ile Batı’nın birleşimi..
Sadece yeniyi yaratmaya yönelik değil, eski Batı ile Doğu’yu da birleştirmeye çalışan bir konsept…
Sokaklarda dolaşırken Berlin’i esas değiştiren şeyin kentin giderek kozmopolitleşen insan sermayesi olduğunu düşündüren birçok örnek gördüm… Bu “Berlin-Açık Şehir” tanımına ruhunu veren sivil bir gerçekti…
Türklerin yoğun olduğu Kreuzberg’de bir üst geçidin bir tarafında Almanca öteki tarafında Türkçe “Kreuzberg Merkezi” yazısını okudum… Aşağı yukarı 15 metre uzunluğunda bir yazı… Baktım, iki dil birden kullanmış olmaları Berlin’i bölmemiş! Türklerin varlığının bu kente Avrupa’nın ortasında bir Doğu kenti havası verdiğine tanık oldum… Özellikle eğlence sektöründe…
‘Gayhane’lerin önü…
Aklınız karışmasın diye bellerini korselerle iyice sıkmış, böylece kalçalarını ve göğüslerini olabildiğince abartmış kızlardan söz etmeyeceğim… Daracık pantolonlarının üzerine göbeği tamamen açık bırakan kısa tişörtler giyen kızlardan da… “Gayhane”lerin önünü dolduran acaip dövmeler ve piercinglerle hilkat garibesine dönüşmüş tiplerden de… (Homoseksüel barlarına burada gayhane diyorlar, ‘Turkoalman’ca bir kelime…)
Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın önündeki muazzam parkta kuzu çeviren, mangal yakan Türklerden de… Oteldeki gazinoda konser veren “Las Vegas’ın Resmi Elvisi”nden de…
Burası Berlin… Açık Şehir… Sizi de bekliyor, buna emin olabilirsiniz. Elbette vize alabilirseniz!