Uçak, doğu – batı istikametinde Girit’in kuzey kıyılarını yalayarak Iraklion Havaalanı’na doğru süzülmeye başladığında elimdeki kitabın kapağındaki fotoğrafa bir kez daha baktım.
Fotoğraftaki açık kumral adam da sol kaşının üstüne yıkılmış fesi, biçimli yüzünü sertleştirmekten çok yumuşatan pala bıyığıyla sanki bana bakıyor ve “Hoş geldin” diyordu.
“Giritli Mustafa”, İzmir’de bir matbaada basılmış. Ertuğrul Erol Ergir’in romanı bir edebiyat şahaseri olma iddiasında değil ama anlatılan öykünün sıcaklığı ile okuyucusunu içine çekiyor ve hiç bilmediğimiz bir başka dünyanın parçası haline getiriyor..
Giritli Mustafa, Girit’te doğup büyüyen ve Lozan Antlaşması’nın ardından yapılan büyük nüfus mübadelesinde “vatanını” terk etmek zorunda kalıp İzmir’e yerleşen bir göçmenin basit yaşamını anlatıyor.
Yazarı, kitapta anlatılan öykünün bir bölümünün tesadüfen eline geçen anılardan oluştuğunu özellikle belirtmiş.
Bir elmanın iki yarısıyız
Girit’te dolaştığım sokaklarda Mustafa’nın izini boş yere aradım.
Sabah otelde kahvaltı ederken servisi yapan garson kızın adı da ilginç bir tesadüf sonucu Sofia’ydı.. Mustafa’nın “süt kız kardeşi” Sofia ile aynı adı taşıyan bu genç kız, büyük bir olasılıkla 1922’de Resmo (Rethimno) Limanı’ndan gözyaşları içinde bir gemiye binerek İzmir’e doğru yola çıkan Mustafa’yı da, Tete Despina’yı da, Eleni’yi de hiç duymamış olmalıydı..
Azgın Yunan milliyetçiliğinin bu cennet parçasını, Girit’i çok da uzak olmayan bir geçmişte nasıl acılara boğduğunu biliyor muydu, Giritli Mustafa’da anlatılanlara benzer öyküleri çocukluğunda dinlemiş miydi, bunu bilmeme imkân yok..
Tarih kitaplarında okuduğumuz olayların küçük insanların yaşamlarında nelere yol açtığını hiç düşünmeyiz. “Giritli Mustafa” bunu düşünmemi sağladı.
Girit denilince benim aklıma aile kökenleri Girit olan arkadaşlarımın da etkisiyle sadece yemekler gelirdi..
Sızma zeytinyağında pişirilmiş, çoğunlukla sıcak yenen yemekler.. Kabak çiçeği dolması, radika, smolye, şevketi bostan, papalina ve horta salatası..
Girit’te hiçbirini bulamadım ve bu benim için de bir sürpriz olmadı…
Yunanlılar ile Türklerin aslında bir elmanın iki yarısı olduklarını ispat edebileceğiniz bir sürü şey var. Bunlardan birisi mimari estetikle yakından uzaktan ilişki kuramamış olmamızsa, ötekisi de geleneksel yiyeceklerimize sahip çıkma azmimiz olmalı..
Kahve değil ‘Yunan mayisi’
Nasıl ki Antalya’da hiçbir lokantada “cilve” pişirilmiyorsa, burada da hiçbir lokantada İzmir’de yediğim Girit yemeklerini bulamadım!
Bizim usulle pişirdikleri kahveye “Yunan kahvesi” demelerine de ilk kez sinirlenmedim. Çünkü o “mayi”ye Türk kahvesi demek, gerçek bir haksızlık olurdu diye düşündüm..
Bir de köy gezdim, içinde büyük bir eski Türk mahallesi barındıran bir köy: Arhanes.. Burası AB tarafından “dünyanın en güzel ikinci köyü” seçilmiş. Seçimi yapan jüriyi Alaçatı meydanında hortumla ıslattığımı hayal ettim!
Girit denilince Kazancakis’e de bir selam yollamamak olmaz..
Nikos Kazancakis’e karşı duygularım biraz çelişkilidir aslında.. Osmanlı egemenliğine karşı milliyetçi duyguları yükseltirken, bu yaptığının günün birinde birçok gerçek Giritliyi evinden yurdundan edeceğini düşünmüş müydü? Kim bilir?
İki sözünü hiç unutmam.. Biri Zorba’dan: “Bir kadın seni çağırıyor da gitmiyorsan, işte bu en büyük günahtır!”
Ve ikincisi mezar taşına da kazınmış Kazancakis’in: “Beklentim yok… Korkum yok… Özgürüm!”