Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Dünyaya geldiğim anda… Yürüdüm aynı zamanda..

 Bilgisayarımın ekranındaki fotoğraf, Âşık Veysel’i hatırlatıyor bana: Uzun ince bir yoldayım / Gidiyorum gündüz gece…

Fotoğrafı bir okuyucum yolladı. Avustralya’da çekmiş. Simsiyah asfalt bir yol, karenin hemen altından başlıyor ve sonsuzluğa doğru bir ip gibi uzanıyor. Yolun iki kenarında kesintisiz banket çizgileri var. Onlar da aynı sonsuzluğa doğru uzanıyor. Ve elbette tam ortadaki kesintili beyaz çizgiler de…
Yolun iki tarafı tamamen boş, ne bir bina, ne de insan varlığını kanıtlayan herhangi bir şey… Mutlak bir boşluk, mutlak bir ıssızlık!
Okuyucum bu yolun iki bin kilometrelik bölümünü beş günde geçmiş. Avustralya ölçeklerinde bu, o uzun yolun küçük bir parçası sanırım. Bağdat Caddesi’nin tümünü gözünüzün önüne getirin; Erenköy ile Göztepe arası gibi bir mesafe olmalı bu iki bin kilometre.

Kendine doğru yol alırken..
Bu satırları az önce havalanan bir uçağın kabininde yazıyorum.
Uçağın burnu, bulutları yırtıp çılgın bir güneşin aydınlattığı sonsuz mavilikle kucaklaştığı anda içimden bir sevinç dalgası yükseliyor: İşte yine yollardayım!
Feridun Andaç’ın “Babil’e Yolculuk”unda okuduğum Hermann Hesse’nin bir sözü geliyor aklıma: “Her insanın yaşamı, onu kendisine götüren bir yoldur, bir yol denemesi, bir yol taslağıdır…”
“Âşık Veysel gibi eğitimsiz bir Anadolu köylüsüyle, Hesse gibi önemli bir entelektüeli birleştiren, neredeyse aynı şeyleri hissetmelerine ve aynı metaforları kullanmalarına neden olan güç nedir?” diye soruyorum kendime..
Fantastik polisiye edebiyatın en seçkin örneklerinden biri olan “Bay Perşembe” isimli romanında G. K. Chesterton kahramanlarına ilginç bir tartışma yaptırıyor. (Yeni baskısı var mı bilmiyorum. Bendeki Milliyet Yayınları’ndan 1995’te yayımlanmış, Vedat Günyol’un harika çevirisiyle.)

Neden mutsuzlar?
Anarşist bir şair olan Gregory açıyor tartışmayı… Bütün memurlar, işçiler metroda neden üzgün, yorgun, hem de çok üzgün ve çok yorgundurlar?
Yanıtını da kendisi veriyor: Çünkü trenin dosdoğru bir yere gittiğini biliyorlardır. Biliyorlardır ki, herhangi bir yer için bilet aldıklarında oraya gideceklerdir. Sloan Sq.’den sonraki istasyonun Victoria, yalnızca Victoria olmasını biliyorlardır. Eğer herhangi bir nedenle tren Baker St. İstasyonu’na gelmiş olsa nasıl kendilerinden geçerler, gözleri sevinçle ışıldar, ruhları cennete varmış gibi olur. Tartışma, yine şair olan Syme isimli kahramanın buna karşı çıkışıyla alevleniyor. Syme’ye göre asıl şiirsel olan, Gregory’nin tezinin tersine düzensizlik değil düzenliliktir. Yani Victoria İstasyonu için bilet alıp, Victoria İstasyonu’nda inebiliyorsam, gerçekten büyük bir iş başarmış olurum…
Bu tartışmada benim anarşist ruhum Gregory tarafını tutuyor.

Ateş ve buzun adası…
Yolculukları da bu nedenle seviyorum. Tur şirketlerinin “sentetik – plastik” programlarını değil elbette… Özgürce yapılmış, nerede durulup, nerede uyunacağı önceden bilinmeyen, sürprizleri bol yolculukları… Bunun nedeni belki de artık asla bir ortaçağ kâşifi olamayağım gerçeği… Ya da bir hırka – bir asa yollara düşüp “kendi içindeki gerçek kendisini” arayan bir Doğu gezgini de olamam…
Ama bütün bunlar, kendimi yollara vurduğumda, bilinmeyenin beni çekmesine de engel değil. Ayrıca biliyorum ki, o bilmediğimi düşündüğüm şey aslında çok iyi bildiğim kendimden başkası da değil.
Biraz sonra uçağım Reykjavik’e inecek… Ateş ve buzun adasına… Bakalım orada beni neler bekliyor? Size de anlatırım sonra…