”Şu son iki gün kimin yerinde olmak istemezsin?” diye sorsalar yanıtım hiç düşünmeden “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan” olurdu..
Çarşamba günü akşamüzerinden itibaren Erdoğan, Brüksel’de belki de politik yaşamının en gerilimli günlerini yaşayacak.
Erdoğan’ın politik yaşamında “hareketli” ve “sıkıntılı” günler hiç olmadı değil..
İstanbul’da belediye başkanlığını kazandığı seçim, hapishaneye girmesine yol açan gelişmeler, siyaset yasakları, yasaklardan kurtuluş ve Başbakan oluşuna kadar varan bir sürü gelişme..
Ama sanırım bütün bunları gölgede bırakacak bir “son maraton” koşacak Brüksel’de..
Önemli dönemeç
Türkiye’nin 150 yıllık Batılılaşma uğraşında geldiği son dönemeçte vereceği kararlar, atacağı adımlar ve göstereceği diplomatik performans sadece bizler için değil; “medeniyetler çatışması”nın biteceği, Hıristiyanlık ile Müslümanlığın tarihte ilk kez bir siyasal birlik içinde el ele vereceği günü gözleyenler için de önem taşıyor..
Dün Başbakan Erdoğan ile Brüksel’e hareketinden sadece iki saat önce Ankara’da bir araya geldik. Milliyet İcra Kurulu Başkanı Hanzade Doğan ve Ankara Temsilcisi Fikret Bila ile birlikte önümüzdeki iki günün bizlere neler getirebileceğini konuştuk, Başbakan’ın son değerlendirmelerini kendi ağzından dinleme olanağı bulduk.
Sakin güç
Bir saate yaklaşan sohbetimiz sırasında Erdoğan’ı dikkatle izledim. Hareketlerinde, tutumunda hatta bakışlarında önümüzdeki günlerde izleyeceği politik duruşun izlerini yakalamaya çalıştım.
Gördüğüm şu: Gücünün ne olduğunu bilen, ne istediğinin farkında olan, atacağı adımların bütün bir dünya için ne kadar önemli olduğunu bilen ancak bunu bir gerilim içinde değil de iç huzuruyla yaşayan bir insan vardı karşımızda..
Mitterrand’ın ünlü seçim sloganı “sakin güç”ü hatırladım bir kez daha..
Türkiye’nin, Avrupa Birliği üyeliğini, AB’ye “ortak pazar” denildiği günden beri savunan bir gazeteci olarak gördüğümden mutluluk duyduğumu da belirteyim.
Erdoğan, Türkiye’nin 2002’deki Kopenhag zirvesinden beri üzerine düşen her şeyi yerine getirdiğini düşünüyor. Kendine duyduğu güven de buradan kaynaklanıyor.
Her şekilde…
Benim düşünceme göre konuşmamızda söylediği en önemli şey, “Türkiye’nin içine girdiği büyük medeniyet projesinden hiçbir şekilde vazgeçmeyeceği” oldu.
Bu şu demek: Önümüzdeki günlerde Avrupa Birliği liderlerinin vereceği karar ne olursa olsun, sürdürdüğümüz demokratikleşme ve ekonomik refaha ulaşma projesi, Türkiye sanki yarın AB üyesi olacakmışçasına sürdürülecek!
Zirveden çıkacak olan karar kabul edebileceğimiz çizgileri aşar ve masadan kalkmak zorunda kalsak bile, Türkiye sanki tam üyelik görüşmeleri başlamış gibi “chapter”ları kendi başına açacak ve yapması gerekenleri yapacak..
Kendimizle yarış
Bu bir anlamda Türkiye’nin kendisine karşı giriştiği bir, “müzakere süreci” olacak ki, Erdoğan bu süreç tamamlandığında Türkiye’nin herhangi bir Avrupa ülkesinden farkının kalmayacağını o tarihte belki bizim de artık AB’ye üye olmayı o kadar istemeyebileceğimizi düşünüyor.
Erdoğan bu konuda son derece kararlı olduğunu, demokrasinin gelişmesi için çıkarılan yasaların uygulanmasından ödün verilmeyeceğini, ekonominin de Maastricht Kriterleri’ne uygun hale getirileceğini söylüyor.
Bu kararlılığı destekliyorum.