MİLLİYET

Gençler size söylüyorum, devlet baba sen dinle!

 Ortega Y. Gasset “Üniversitenin Misyonu” başlıklı makalesinde birazdan size de aktaracağım bir tespit yapıyor, ben de not edip bir kenara ayırmışım.

Önceki gece yarısı Ege Üniversitesi’nin bir salonunda İzmir’deki beş üniversitenin öğrencileri ile yaptığımız bir toplantıdan sonra gazeteye dönünce arayıp o notu buldum. (Bu toplantı Kanal D’de Abbas Güçlü’nün programında canlı olarak yayımlandı, belki bazı okuyucular izlemiş olabilirler.)
Alıntı şöyle: “Bir ülkenin normal kurumu olarak okul, kendi dört duvarının arasında yapay olarak üretilen eğitsel havaya bağlı bulunduğundan çok daha fazla, bütünüyle içinde yüzdüğü toplumun havasına bağlıdır. Ancak iki yandan gelen basınç arasında eşitlik olduğu zaman okul iyidir.”
O gece saat 00.30 ile 03.30 arasında binden fazla öğrencinin karşısında rahatsız metal bir koltukta oturmuş, “soru” niyetine söylenenleri dinlemeye çalışırken aklımdan bu sözler geçiyordu.

Sloganlarla ‘konuşmak’
Karşımda dünyanın herhangi medeni bir ülkesinde görebileceğimden daha farklı bir manzara yoktu..
Blue jean, kazak, tişört gibi tipik öğrenci kılıkları içinde genç kızlar ve erkekler.. Kimisi biraz daha süslü, kimisi biraz daha savruk, dağınık..
Böyle bütün toplantılarda olduğu gibi daha çok “öfke”nin sesi duyuluyordu.
YÖK’e, üniversite yönetimlerine, gazetecilere, politikacılara, devletin geçmişteki uygulamalarına, ABD’ye, AB’ye karşı duyulan bir öfkenin sesi..
Üzerinde çok düşünülmemiş, çalışılmamış, araştırılmamış düşünceler fırtınası..
Böyle olduğu için de sloganların ve basmakalıp düşüncelerin ötesine geçemeyen bir ifade biçimi..
12 Eylül’ün ve onun “ölmez eseri” YÖK’ün üniversiteyi ve öğrencileri içine soktuğu bir cenderenin doğal sonucu..
Benim üniversitede öğrenci olduğum yıllarda (ki 1973 ile 1977 arasına karşılık geliyor) da öfke hâkimdi.. Biz de sloganlarla konuşur, karşımızdakini dinlemek için çaba sarf etmezdik, bunu söylemeliyim.
Ama yine de temel bir farkımız vardı gibi geldi bana, umarım yanılıyorumdur: Biz o yıllarda solcusu, sağcısı okur, araştırır, tartışırdık.

Suç gençlerin değil
Sadece ülkenin temel sorunlarıyla ilgili değil, dünyanın içinde bulunduğu dönemsel sorunlarla ilgili olarak da fikirlerimiz vardı ve bu fikirler gençlik dergilerinde yazılan sloganlardan ibaret değildi. Marx’ı da okumuştuk, Lenin’i de.. Ziya Gökalp’i de biliyorduk, Mehmet Akif’i de..
ABD’yle ikili anlaşmaların detaylarından, Ortak Pazar’ın ne getirip ne götürebileceğinden de haberdardık.
O gece üzülerek gördüm ki en keskin fikirlere sahip olanlar bile IMF ile anlaşmak ne demektir, Brüksel Kararı neleri içeriyor, Maastricht Kriterleri nedir gibi konulardan çok fazla haberdar değiller..
Bu nedenle kimseyi suçlamıyorum, en başta da öğrencileri..
Öyle bir üniversite yarattık ki, öğrencilerin bu tür konuları serbestçe tartışıp kendi fikirlerine sahip olabilmelerinin zeminini bile yok ettik.
Bizim gençlik hatalarımızın örtülmesi için biçilen elbise o kadar dardı ki şimdi bu çocuklar onun bedelini ödüyor diye düşündüm..

Ve ‘utangaç’ sorunlar
Başa dönmek gerekirse şunu söylemeliyim: Türkiye’nin son yirmi yılında konuları tartışma biçimimize hâkim olan entelektüel derinlik neydi ki, üniversite bunun dışında olsun?..
Ve benim açımdan ilginç olan deneyim de şu oldu: Öğrenci yemeklerinin pahalılığı, internet ulaşımında yaşanan sorunlar, yurtlar ve barınma sorunları, gelecekte bir iş bulma endişesi gibi temel öğrenci sorunları ile ilgili soruların hepsi toplantı bittikten sonra utangaç tavırlarla “yüz yüze” görüşmelerimizde soruldu.
Bu sorunların kalabalık içinde açıkça ifade edilemiyor olmasının nedeni neydi?
Bunların “küçük sorunlar” olarak görülmesi mi? Temel öğrenci sorunlarını konuşmanın “ayıp kaçacağının” düşünülmesi mi? Yoksa küçük ve doğal bir öfke gösterisinin sessiz çoğunluğu bir kez daha esir alması mıydı?