Yitirilen bir dostun arkasından cami avlusuna doluşan insanlar ne düşünürler?
Anılar, ölümün zamansızlığı, sıranın ne zaman kendine geleceği, uzun süredir görmediğiniz bir arkadaşınızla karşılaşınca gülümsemiş olmanızın ayıp karşılanıp karşılanmadığı…
Bunu hep merak etmişimdir.
Dün Erman Şener’in yaşamı boyunca adeta hastası olduğu Beşiktaş bayrağına sarılı tabutuna bakarken de aklımdan bunlar geçti…
Televizyonlarda gösterilen bir reklam filmini hatırladım. Ford Focus reklamı.. Hani kendisine evlenmeyi “emredip” uçağa binen erkeğe, otomobiliyle “No” yazan kadının oynadığı reklam…
Reklam şu sloganla bitiyordu: “Hayat sizin. Kontrolü kimin?”
Hayal kutusu…
İnsanın kendisinin kontrol edemediği bir hayatı varsa, o gerçekten kendisinin hayatı mıdır?
Bilinçli bir kararla yönlendiremediğiniz yaşam sürenize “Benim hayatımdır” diyebilir misiniz?
Yoksa “hayatınız” zannettiğiniz şey size dikte edilmiş ödevler, zorunluluklar ve hepsi sonradan öğretilmiş sorumluluklardan oluşan bir hapishane midir?
Jane Fonda’nın şöyle bir sözü kalmış aklımda: “Özgürlüğün bütün anlamı dışarı çıkabilmenizdir. Yaşamınızı yeniden yapılandırmak, kendi başınıza hareket etmektir.”
Söylerken ve dinlerken kulağa ne kadar güzel geliyor, değil mi?
O zaman bir de Erma Bombeck’in şu sözünü okuyun bakalım:
“Hayallerini küçük bir kutuya koyup ‘Evet hayallerim var, tabii ki hayallerim var’ diyen insanlar vardır. Sonra kutuyu bir kenara koyarlar ve arasıra çıkarıp ‘evet, hala orada’ olduklarını görürler. Onlar büyük hayallerdir. Ama bir türlü kutudan çıkamazlar. Hayallerinizi gözönüne çıkarıp ‘Hadi bakalım neler yapabilirim, neler yapamam?’ diyebilmek, sıra dışı bir yürek ister.”
Bu yürekliliği gösterebilen insanların dünyamızda parmakla sayılabilecek kadar az olduklarını biliyorsunuz umarım…
Öte yandan sayıları az da olsa böyle insanların bulunduğunu da biliyoruz.
Yürek kadar akıl da gerek…
Kendilerine çizilmiş yaşam çemberinin dışına çıkmayı başarmaları sadece yürekle açıklanabilir mi?
Evet, belki sıradan insanlara göre daha yürekli oldukları kesindir ama, ben onların esasen akıllı insanlar olduklarına inanırım.
Korkmaları gereken şeyin yaşamın bitmesi değil, hiç başlamamış olması olduğunu bilecek kadar akıllı insanlar…
Dünyanın sonunun bir büyük patlamayla mı, yoksa bir büyük sönüşle mi geleceğiyle ilgilenmek yerine kendi yaşamının bir sinek vızıltısı gibi geçip gitmemesi için ne gerekiyorsa onu yapmaya çalışan akıllı insanlar..
Bir mezarın içine boylu boyunca yatırılmadan önce, kendine biçtiği yaşamı enine boyuna yaşamayı başarabilenler..
Bilinçli bir kararla yaşamı kendileri için yaşayan insanlar..
Onlardan biri olmak isterdim. Bir kutuya koyup kenara kaldırdığım ve orada olduklarından emin olduğum için arada bir açıp bakmaya bile gerek görmediğim hayallerimi gerçekleştirmek için…
Ama gelin görün ki o kadar akıllı değilim galiba…
Eğilip bükülmek niye?
Çocukların oynadığı bir oyun var… Adı ‘Twister’… Yere serilen bir plastik örtü üzerinde oynanıyor. Örtünün üzerinde renkli daireler var. Elleriniz ve ayaklarınızla o dairelerin içinde kalarak hareket etmeniz gerekiyor. Sonuç; vücudunuzun aldığı komik şekiller ve kaçınılmaz bir şekilde yere düşüş…
Biz sıradan insanların hayatını o oyuna benzetiyorum. Dairelerin dışına çıkmadan, eğilip bükülerek ayakta kalmaya çalışmak…
Nasıl olsa bir gün hepimiz yere düşeceğimize göre, vücutlarımızı o komik şekillere sokmamız neden gerekiyor?
Yola bu soruya verilecek bir doğru yanıtla çıkmak gerekiyor diye düşünüyorum.