Nobel Edebiyat Ödülü’nü (1929) kazanan ilk Alman romancı olan Thomas Mann, Tonio Kröger (Can Yayınları) isimli yarı otobiyografik “novella”sında yetenekli genç bir yazarın öyküsünü anlatıyor.
Genç yazardan, davet edildiği bir yemekte genç bir subayın şiirlerini dinlemesi isteniyor. Bu genç şairin yeteneğini ancak böyle değerli bir yazarın ortaya çıkarabileceğine inanan davet sahiplerinin ricasını kıramıyor ve şiirleri dinlemeyi kabul ediyor.
Hiçbir edebi değeri olmayan, “yağdı yağmur, çaktı şimşek..” şiirleri, sıkıntı içinde dinlerken bir yandan da gerçekten çok yakışıklı bir erkek olan şairi izliyor. Ve şöyle düşünüyor: “Kadınları ilk görüşte etkileyebilecek bu kadar yakışıklı bir insan, neden şiir yazmak ihtiyacını hisseder?”
Erkekler okumamalı..
Yönetmen Rolf Thiele tarafından filme de çekilen bu “novella”yı hatırlamama neden olan şey, geçen pazar bu köşede yayımlanan yazımdı..
“Bir adamın bir kadını ömür boyu sevmesindense, bir şairin beş dakika sevmesi daha iyidir” sözünden yola çıkarak yazdığım bir yazı..
Edebiyata düşkün okuyucularım bu sözün yazımda tahmin ettiğim gibi bir erkek tarafından söylendiğini bana ilettiler.
Bu söz Yusuf Algazi’nin “Kadın, nesin sen?” isimli kitabında yer alıyormuş. Bir hanım okuyucum iletisine “bu kitabı erkekler okumamalı” notunu eklemeyi de ihmal etmemiş…
Yusuf Algazi’yi yanlış hatırlamıyorsam en son 1987 yılında Tempo Dergisi’ni yayımlamak üzere olduğum günlerde görmüştüm ve dergiye yazılarıyla nasıl katkıda bulunabileceğini konuşmuştuk. Aradan geçen bunca yıldan sonra ismini tekrar karşımda görmek bana yılların nasıl bir hızla akıp gittiğini yeniden düşünme fırsatı verdi, ama konumuz bu değil..
Söylenişleri arasında neredeyse bir yüz yıl zaman geçmiş bu iki sözün arkasındaki düşünceye dikkat çekmek istiyorum..
Şairler ve kadınlar arasındaki ilişkiye..
İlişkiyi çözmek istedim
Her iki söz de şiirin ve şairin, bir kadını, ortalama – sıradan bir erkekten ve onların söyleyebileceklerinden çok daha fazla etkileyebileceğini öngörüyor.
Bir haftadır aklımdan ezbere söyleyebildiğim şiir parçacıklarını geçiriyorum.
Bir akşam da evde oturdum ve bir arkadaşımdan aldığım kasetten Nâzım’ın şiirlerini kendi sesinden dinledim.
Şairleri, biz sıradan insanlardan ayıran şeyin ne olduğunu anlayabilirim umuduyla..
Bizde olmayan ‘iç kulak’
Gördüğüm şu ki sorun sadece “gramer” ve “sentaks”la ilgili değil..
Sözcükleri kuralına uygun olarak dizebildiğim ve doğru yazabildiğim halde benimkiler şiir olamıyor.
Aynı şiirdeki, aynı sözü benzer bir vurguyla okumama rağmen, benimki “şiirin kendi sesi” olamıyor bir türlü..
Demek ki, diye düşünüyorum, şairlerde bizde olmayan bir “iç kulak” daha var. O kulağın duyduğu ses, bizim duyduğumuzdan farklı..
Sanırım, şairleri kadınlar için biz sıradanlara göre çekici kılan şey, kadınlarda da benzer bir “iç kulağın” varlığı olmalı..
Her kelimeyi, ilk söylendiği ortamdaki vurgusu ve anlamıyla duyup kaydeden ve sonra o sözle her karşılaştığında aynı anlamı kayıtlardan çıkarıp beyne gönderen bir iç kulak!
‘Tatlım deme bana!’
Örneğin, sevgilinize ilk kez “tatlım” dediğinizde, bunu olumsuz bir ortamda kullandıysanız, sonraki her “tatlım” deyişiniz o ilk anlamına referans veriyor: “Tatlım deme bana!.”
Ve siz sevgilinizin söylediğiniz normal bir söze neden bu kadar sinirlenebildiğini anlayamıyorsunuz..
İşte böyle bir “iç kulak”tan söz ediyorum..
Artık, kadınların erkek şairlerden neden daha çok hoşlandıklarını daha kolay anlayabiliyorum..
Varsın şair sözü güvenilmez olsun.. Ne önemi var?
Önemli olan duygular değil mi ve o duyguları da en iyi şairler anlatmıyor mu?