Kimse aldatmasın kendini, hayat geçip gidiyor..
”Bir cumartesi sabahı bunları yazmanın sırası mı?” diye düşüneceksiniz belki… Ama zaten “bunları yazmanın tam sırası” olmasının nedeni de doğrudan doğruya, “Şimdi sırası mı?” sorusunun yaşamlarımız üzerinde oynadığı roldür..
Zaman zaman aile büyüklerimi ziyaret için ya da bir yakınımın cenazesine katılmak için gittiğim mezarlıklarda, mezar taşlarına bakınca hep aklıma bu “tembih” gelir zaten: “Şimdi sırası mı, sonra yaparsın!”
Mezar taşlarındaki doğum-ölüm tarihlerine dikkatle bakarsanız ölümün de “sırası”nın olmadığını görürsünüz..
Çocuklar, gençler, orta yaşlılar, yaşlılar.. Yan yana öylece yatarlar.
Tam sırası!
Neleri erteleyip de gerçekleştirmeye fırsat bulamadıklarını da hiçbir zaman bilemezsiniz.
Zaten onlar da bilemezler artık..
Rüzgârda ağır ağır salınan bir teknenin içinde beni bunları düşünmeye ve yazmaya sevk eden şey okuduğum bir roman oldu.. (Gabriel Garcia Marquez, Benim Hüzünlü Orospularım, Can Yayınları, Çeviren: İnci Kut.)
“Büyük Gabo” bu romanında, 90. yaş gününde kendisi için özel bir kutlama planlayan, kendi halinde bir gazetecinin yaşamının son doğum gününde kendisiyle hesaplaşmasını anlatıyor.
Yaşamı boyunca gerçek aşkı hiç tatmamış, yaşamı boyunca parasını ödemediği hiçbir kadınla sevişmemiş, sadece genelevlerde geçirdiği saatler içinde kendisi olabilmiş bir yaşlı adam..
15. yüzyıl İspanyol yazarı Jorge Manrique’nin sözleriyle şöyle diyor romanın bir yerinde: “Kimse aldatmasın kendini, sakın sanmasın ki daha uzun sürecek beklediği hayat, daha önce gördüklerinden..” “Çünkü hepsi aynı hızla geçip gidecek!”
Ve romandan bir başka alıntı: “Ne yaparsan yap, bu yıl ya da yüzyıl içinde sonsuza dek öleceksin!”
Gerçek bir armağan
Romanın kahramanı olan bu çirkin ve yaşlı adam 90. yaş gününde kendisine özel bir armağan vermek ister. Eskiden tanıdığı bir genelev patronundan kendisine bir “bakire” bulmasını ister.. İsteği yerine getirilir.. Ancak yaşlı adam her seferinde genç kızı uyurken seyretmek dışında bir şey yapamaz ve bu garip ilişkinin sonunda da o zamana kadar tatmadığı bir duyguyla tanışır: Aşk! Kıza âşık olur..
Ve yaşamının sonunu güzelleştirecek öğüdü de aynı genelev patronundan alır: Âşık olarak sevişme zevkini denemeden ölmeye kalkma sakın! (Kadının ifadesini biraz “kibarlaştırdım”, neden böyle yaptığımı bilmiyorum ama.. Belki giderek eski kafalı biri olmaya başladığımdandır!”
Sonunda bizim yaşlı gazeteci, kızın da kendisine âşık olduğunu öğrenir. Yaşamının birinci yüzyılının şafağında ilk kez kendi gerçeğiyle tanışır: “Sonunda gerçek yaşam buydu işte, kalbim kurtulmuş, yüz yaşımdan sonra herhangi bir gün mutlu bir can çekişmesi içinde aşktan ölmeye mahkûm olmuştu!”
Bir sınırı var
İnsanın, yaşamının ne gün sona ereceğini bilemiyor olması elbette iyi bir şey.
Bu bize yaşama sarılmak ve yaşamın zorluklarıyla baş edebilmek için güç veriyor.
Ama öte yandan bunun yarattığı bir yanılsamanın içine düşmemize de yol açıyor: Sanki bize bahşedilen yaşam süresi sınırsızmış gibi, istediğimiz her şeyi yapmaya yetecekmiş gibi bir yanılsama..
Yaşamımızın efendisi olmamızı engelleyen, bazen de elimizden uçup gidiverdiğini fark etmemize imkân vermeyen bir belirsizlik..
Bu cumartesi sabahı sokağa çıktığınızda yüzünüzü güneşe verip bir sorun kendinize: Bu haraketi daha kaç kere tekrarlayabileceksiniz? Bin, beş bin, yüz bin?
Yanıtınız ne olursa olsun, esas olarak bir sınırı ifade ettiğini hiç unutmayın ama…