MİLLİYET

Önce Kızılay'ı enkaz altından çıkaralım

 Dünkü yazımda Güney Asya felaketzedelerine Türkiye’den toplanan yardımların azlığına dikkat çekip, “Bunu nasıl açıklamalıyız” diye sormuştum: Halkımızın çok fakir olmasıyla mı, yoksa giderek başkalarına yardım duygumuzu kaybediyor olmamızla mı?
Sabah e-postalarıma bakarken gördüm ki, bana gelen okuyucu mektuplarının önemli bölümü bu konuyla ilgili..

Ve hepsinde de ortak tek bir nokta var: Yaptığımız yardımların yerine ulaşacağına güvenmiyoruz!
Mektupları okurken kendi kendime şunu söyledim: Herkesi hafızası zayıf olmakla suçluyorsun ama görünüyor ki, senin de hafızan pek güçlü değilmiş!
Osman Ulagay’ın “Aklınla Uçur Beni” (Milliyet Yayınları, 1997) isimli kitabında okuduğum bir şeyi hatırladım bunun üzerine..
John Adams’ın bestelediği bir operadan söz ediyordu.. Sahnedeki yedi genç, Los Angeles Depremi’nin yaşamlarını ve dünyaya bakışlarını nasıl değiştirdiğini operada şu sözlerle anlatıyorlardı: “Tavana bakıyordum ve birden gökyüzünü gördüm!”
Operanın yazarı, depremin insanların ufuklarını sınırlayan “tavan”ı nasıl yıktığını, ve gerçekte “gökyüzünün” nasıl olduğunu gösterdiğini anlatıyordu. Artık hiçbir şey eskiden bildikleri gibi olmayacaktı. Aşkları, yaşamları, dünyaya bakışları…
Güven sıfırın altında
Ardı ardına gelen Körfez ve Bolu depremleri biz Türkler üzerinde de böyle bir etki yaratmıştı.
Tavan yıkılmış ve gökyüzünü olanca çıplaklığı ile gözlerimizin içine sokmuştu:
Sorumsuz müteahhitler, işlerini savsaklayan kontrol mühendisleri, mimarlar, rant uğruna her şeyi göze alan belediye yöneticileri, nasıl bir zemin üzerinde yaşadığını hiç düşünmeyen insan yığınları…
Ve çok önemli bir şey daha ortaya çıkmıştı.
O güne kadar “felaketzedelerin dostu” diye bellediğimiz Kızılay’ın içinin nasıl boşaltıldığı..
Yırtık çadırlar, yerine ulaştırılamadan pazarlara düşen yardımlar, organizasyon bozuklukları ve akıl almaz yolsuzluklar zinciri..
Kamuoyu, depremi takip eden aylar boyunca Kızılay’ın bazı yöneticilerinin bulaştıkları yolsuzluk haberleriyle çalkalandı.
Ve sonunda öyle bir noktaya geldik ki, bugün bambaşka kişiler tarafından yönetiliyor olsa da en önemli yardım kuruluşumuza güvenimiz sıfırın altına düştü.
Geç olmadan, göreve!
Aradan geçen bunca yıla rağmen bu olayların açtığı yaranın hâlâ sarılmadığı, güvenin tazelenmediği görülüyor.
Bunun için kimi suçlamalıyız?
En kolayı medyayı suçlamak elbette.. Biz o yolsuzlukların peşine düşmeseydik Kızılay’a olan güven sarsılmayacaktı diyebiliriz..
Ama bunu yapmamak, devekuşunun başını kuma gömmesinden daha öteye bir anlam taşımayacaktı.
Asıl sorun, bütün bu badirelerin ardından Kızılay’ın kendisine yeniden güven duyulmasını sağlamak için yapması gerekenleri yapmaması olmalı..
Açık bir özeleştiri yapmamak, suçların örtbas edilmeden yargıya intikal ettirilmesinde hızlı davranmamak, yeni kurulan yapıya herkesin neden güven duyması gerektiğini anlatamamak…
Böylece Güney Asya’daki deprem ve tsunaminin kafamızın üzerinden bir tavanı daha kaldırdığını görüyoruz.
Gelecekteki olası felaketlere karşı şimdiden hazırlıklı olmak için Kızılay’ın itibarının yükseltilmesine çalışmalıyız.
Bu kurumun herkes tarafından güvenilen bir sivil toplum kuruluşu olarak görevine devam edebilmesi için herkes elinden geleni şimdi yapmalı.