MİLLİYET

Şerefli yenilgilerden büyük zaferlere…

 Benim çocukluğum ve gençliğimin büyük bölümü “şerefli mağlubiyetlerle” geçti…
Kalenin önüne 11 kişi dizilip, Türk futbol literatürüne “Çanakkale Geçilmez” tanımlamasıyla geçen kapalı bir defansla mücadele edip, yine de sahadan yenilgiyle ayrıldığımız günler…

Sonra her şey değişti…
Bugün okuyacağınız yorumların büyük bölümü, bu değişikliğin nasıl gerçekleştiğini “ıskalayacak” kaçınılmaz olarak…
Bu zafer gününde, meydanlarda ellerinde bayraklarla zıplayan milyonlarca Türk’ün aklının kenarından bile geçmedi, bu büyük başarının nasıl geldiği…
Buna da eminim.

Unutulmaz isimler…
Önce Orhan Şeref Apak’ı anmalıyız, rahmetle…
Birçok kişi için bu isim hiçbir anlam ifade etmiyor olabilir. Ne yazık ki kadir kıymet bilmemek ulusal özelliklerimizden biri.
Apak, bugün hiçbir stadyumun önünde bir küçük büstü bile yer almasa da Türkiye’de futbolun sadece İstanbul, İzmir, Adana ve Ankara’da oynanması geleneğini değiştiren bir Futbol Federasyonu Başkanı’ydı…
Futbolu Anadolu’da yaygınlaştıran ikinci ve üçüncü ligleri o kurdu… Futbol heyecanının hepimizi sarmasının ve ilerde belki de “Türklerin ata sporu futboldur” denecek olmasının temellerini attı.
Sonra, Turgut Özal’ı anmalıyız.
O bilinen üslubuyla bu işlere el atmadan önce, Türkiye’de futbol çamur deryası içinde, patates tarlasını andıran zeminlerde oynanırdı.
Ben öyle sahalarda top koşturdum ilk gençlik yıllarımda…
Top tam vuracağınız zaman önünüzde öyle bir zıplar ki boşa salladığınız ayağınızdaki ayakkabının fırlayıp, kalecinin suratına çarptığını bile görür, ama buna hiç şaşırmazdınız…
Turgut Özal bunu değiştirdi. Bugün Türkiye’nin dört bir yerinde yemyeşil futbol sahaları varsa bu onun eseridir.
Bu sahalarda futbolun temel bilgisini edinen gençlerin içindeki yeteneklerin gelişmesi için yıllar gerekiyordu elbette… Bugün o sabrın meyvesini topluyoruz…

Şükran borçluyuz
Türk futbolunun kaderini değiştiren isimler arasında iki yabancıyı da özellikle saymamız gerek. Jupp Derwall ve Sepp Piontek.
Onların Türkiye’ye gelip, Galatasaray’ı ve Milli Takım’ı çalıştırmayı kabul etmeleri o yılları bilenler için hayal edilmesi bile zor bir şeydi…
Varlıkları Türk futbolcusunun kendisine güvenini geliştirdi. “Şerefli mağlubiyet” diye bir şey olmadığını, başkaları gibi bizim de top oynayabileceğimizi onlardan öğrendik…
Ve onların iki öğrencisi Fatih Terim ile Mustafa Denizli…
Türk futbolunun başarı çıtasını Avrupa’nın üzerine koyup onun üzerinden atlamaya çalışmaları, bugünkü büyük başarının ilk göstergesiydi…
Şenol Güneş’i dün Osaka’da iki yumruğunu sıkmış havalara zıplarken seyrederken bunlar geçti aklımdan, bir film şeridi gibi…
Bugün dünya futbolunun zirvesinde Avrupa’yı temsil eden iki takımdan birisi Türkiye…
Bu, kendi içimize kapanmak konusunda ısrarlı olanlara bir şey ifade etmiyor mu?
Michelangelo “Birçoğumuz için en büyük zarar, hedeflediğimiz şeylerin yüksek olması ve onlara ulaşamamamız değil, aksine çok düşük olmaları ve kolay elde edilebiliyor olmalarıdır” demiş…
Dünkü zafer, yüksek hedeflerden gözünü ayırmayıp, azla yetinmek istemeyenlerin eseridir. Onlara şükran borçluyuz…