Cennet vatanımın neredeyse her köşesinde bir düğüne katılmış bulunuyorum… Yakın arkadaşların düğünleri, hısım – akraba düğünleri, erken evlenen arkadaşların kızlarının düğünleri derken Anadolu’yu köşe – bucak dolaşma olanağını buldum. Trakya’da hiç düğüne katılmadım ama göçmen bir ailenin çocuğu olarak oralarda da bizimkinden farklı bir manzarayla karşılaşmayacağıma eminim.
Ortalıkta koşuşturan çocuklar, makyaj yapmayı öğrenemeyecek yaşta oldukları için boyalara bulanan genç kızlar, daha düğünün ilk yarım saatinde kravatları gevşeyip, gömlekleri pantolonlarının dışına sarkan delikanlılar… Kendini ağırdan satanlar, tabağına çatal deyince bunu oyun havası zannedip ortaya fırlayanlar…
Düğün gelinindir!
Mutaassıp ailelerin pasta – limonata – dondurma düğünleri… Bütün servetini bu işe döken ailelerin insanı “gut” hastalığından mustarip edecek düğünleri… Su gibi içilen içkiler, zeybek havaları, oyun havaları, halaylar…
Bir Türk düğününü anlatan bir film çekmeye kalkışsam sanırım Yüzüklerin Efendisi gibi bitmek bilmeyen bir “kurdele”nin sahibi olabilirim.
Türk düğününün en belirleyici özelliği, düğünün geline ait bir olay olmasıdır diye düşünüyorum. Tıpkı “evlilik yıldönümlerinin” de eşlerden kadın olana ait bir şey olarak algılanyor olması gibi…
Damadın tek görevi…
Düğün nasıl başlarsa başlasın, gelin ile damadın ortaya çıktığı andan itibaren göreceğiniz tek gerçek budur: Kız evleniyor…
Damadın orada bulunuyor olması, bu işi kızın tek başına yapamayacak olmasındandır. Gece boyunca kız damadı oradan buraya çekiştirir durur: Hadi dans edelim, Naciye teyzeler gidiyor yolcu edelim, Recep amcalarla fotoğraf çektirelim, susadım su bul, çok içme sarhoş olacaksın, ben göbek atmaya gidiyorum vs.
Damadın düğünde bulunmasının tek nedeni budur: Gelinin talimatlarını yerine getirmek! Eğlenemez, istediği masada oturmaz, bekâr erkek arkadaşlarıyla sohbet edemez vs.
‘Kız verdik, öküz aldık!’
Davetliler de zaten orada gelin için bulunuyor gibidirler. Bütün takılar ona takılır, hediyeler ona verilir, onun gelinliği, saç tuvaleti, güzelliği, gençliği konuşulur. Damat için duyacaklarınız şunlardan ibarettir: Ne iş yapıyormuş, çok içiyor galiba, neden bu kadar soğuk duruyor, “kız verdik öküz aldık!”
Düğünün sonuna doğru, herkes üzerindeki yabancılığı atıp piste doluştuğunda çoğunluğun kadınlarda olduğu da görülür. Zaten bizim toplumumuzda erkekler eğlenmeyi de bilmezler, eğlence daha çok memleketimizin “nisa taifesi”ne özgü bir olaydır.
Ağır abiler…
Sadece düğünlerde değil, gidilen eğlence yerlerinde de bu böyledir. Erkekler oturur, “ağır abi” havasında kendilerince takılırlar… Kadınlar eğlenir, şarkı söyler, hatta oturdukları yerde bile oynarlar!
(Gerçi düğünlerin sonunda ağlayanlar da daha çok kadınlardır ama neye ağladıklarını hâlâ çözebilmiş değilim… Bu ayrı bir yazı konusu olabilir.)
En rafine burjuvaların düğünlerinde bile gece mutlaka göbek havalarıyla son bulur… Mendelson’un Düğün Marşı ile başlar, “Konyalı’dan başkasına bastırmamöla bitiririz…
O şarkılar baştan söylense!
Dikkatimi bir de şu çok çeker: Düğün sonuç olarak evlilik kurumunun başladığını ilan eden bir tören. Bu törende bir ağızdan söylenen şarkıların da bu kurumu övücü, sadakati yüceltici nitelikte olmasını düşünürsünüz ama hiçbir zaman öyle olmaz…
Pistte zıp zıp zıplayan gelin de dahil olmak üzere bütün kadınlar bir ağızdan evlilik ciddiyetiyle bağdaşmayacak şarkıları söylerler…
Mesela, “Seveceğim gezeceğim / Görürsün sana neler edeceğim / Bir yerine bin cezayla hakkından geleceğim senin!”
Bu şarkıyı duyan damadın aslında o anda orayı terk etmesi gerekir… Damadın gözünün içine bakarak bir gelinin bu şarkıyı söylemesi sizce normal mi? Onun için bu tür şarkıları düğünün sonunda söylerler, damat ne yaptığını fark edemeden imzayı atsın diye!
Çok uzattığımın farkındayım, ama bir düğün gecesinin sabahında aklımda kalan o kadar çok şey var ki… Dedim ya, bundan çok uzun bir film çıkarabilirim. Adı da şöyle olabilir: Benim çılgın – kötü kolesterollü – gözü yaşlı Türk düğünüm!