Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Yaşam beklemek midir?

 Bu hafta Amerika sinemalarında yeni bir film gösterime girdi. Steven Spielberg’in yönettiği filmde Tom Hanks ile Catherine Zeta – Jones oynuyor.
Tom Hanks, filmde New York’ta havaalanında yaşamını geçirmek zorunda kalan bir Balkan göçmeni canlandırıyor.

Filmi seyretme olanağım olmadı ancak senaryonun gerçekte yaşanan bir öyküden hareket ettiğini biliyorum.
Merhan Karimi Nasseri isimli bir İranlı göçmen Paris Charles De Gaulle Havaalanı’nda “mahsur” kalmıştı ve tarih 1988 yılının ağustos ayıydı.. Eylül 1999 tarihine kadar Nasseri kendisini o terminal hapishanesinden kurtaracak bir bürokratik çözüm peşinde koştu ve sonunda terminalden çıkabilme izni aldı. Ama artık “terminal” bütün hayatı olmuştu ve siz bu satırları okuduğunuz sırada kendisi hâlâ De Gaulle havaalanında yaşıyor.
Artık parası da var çünkü Dream Works şirketi film hakları için kendisine 250 bin dolar ödedi.. Ama Nasseri, bürokrasinin bir insanın yaşamını nasıl cehenneme çevirebileceğinin canlı bir örneği olarak hâlâ De Gaulle’ün koridorlarında dolaşıyor..
Nasseri, bütün bu yıllar boyunca yolcuların ve terminal görevlilerinin yardımıyla karnını doyurabiliyor ve terminalin herkese açık banyo ve tuvaletlerini kullanarak temizlik ihtiyaçlarını gideriyor, terminaldeki koltuklar üzerinde uyuyordu..
Açık bir burjuva ‘oyunu’
Türk gazetelerinde de bu talihsiz insanın yaşamöyküsünü anlatan çok haber yayımlanmıştı, hafızası güçlü okuyucular hatırlayacaktır..
O zaman kendi kendime hep şu soruyu sormuştum: Gideceğin hiçbir yer olmadan bir havaalanı terminalinde yaşamak zorunda kalırsan ne yaparsın? Bulduğum her yanıt içimin sıkıntıdan kararmasına yol açmıştı..
Geçtiğimiz hafta ABD’de bulunduğum sırada kafamı nereye çevirsem bu gerçek öyküden yola çıkılarak çekilen filmin reklamı ile karşılaştım. Televizyonlarda, gazetelerde, otobüslerin üzerinde ve büyük sokak afişlerinde..
Bu yoğun reklam kampanyası şu sloganı insanların kafalarına çivilemek ister gibiydi sanki: Yaşam beklemektir!
İlanlarda ve afişlerde bu söz o kadar büyük yazılmıştı ki solcu genlerim harekete geçti: İşte bir burjuva aldatmacası daha!
Samuel Beckett, 1948 yılında ünlü oyunu “Godot’yu Beklerken”i Fransızca olarak yazmıştı. “Bekleyen bir insanın gerçek yaşamının” bir Fransız havaalanında geçmesi de ilahi bir tesadüf olmalı..
Beklememizi isteyen, ‘sistem’..
Oyunda Godot’yu bekleyenler, bulundukları yeri ve zamanı unutarak gerçeklikten kopan, çekip gitme isteği duyduklarında da bunu yapacak gücü kendilerinde bulamayan karakterlerdi.. Neden beklediklerini tam olarak bilmedikleri halde beklemeye devam eden insanlar..
Adına kısaca “düzen” deyip geçtiğimiz ve neredeyse bütün hareketlerimize hâkim olan sistem bize bunu öğütlüyor ve bizden bunu bekliyor..
Okulu bitirmeyi bekliyoruz önce, sonra emekli olmayı.. Aşkı bekliyoruz, sevgililerimizi, kavuşmayı.. İddialı değilim ama yaşamımız boyunca sanırım en çok duyduğumuz sözlerden biri de bu: “Bekle, daha zamanı değil!”
Bunu daha da çekilir hale getirmek için bazen bütün bu bekleyişlerimizin adını “umut” koyup bir de onu yüceltiyoruz..
Charles Baudelaire, “Romantik Sanat”ta şöyle yazmıştı oysa: “19. Yüzyıl bilgeliğinin onca sıklık ve onca hoşlukla sayıp döktüğü çok sayıdaki insan hakları arasında çok önemli iki tanesi unutulmuştur; bunlar kendini yadsıma ve çekip gitme haklarıdır..”
Ben de bir vakitler Radikal’de şöyle yazmışım: “Canımızın bu kadar çok sıkılıyor olmasının nedenlerinden biri de bu mu? Toplumun ve ailelerimizin bize tanımladığı kimliğimizi yadsıyamamak ve her şeyi yüzüstü bırakıp çekip gitme hakkımızı kullanmıyor olmak mı?”