Aşkın kanununu yazsam yeniden
Geçen hafta aşkın ömrünün uzatılıp uzatılamayacağı ile ilgili olarak görüşlerinizi sormuştum. Birçok yanıt aldım.
Kadınların erkeklere göre bu konuda daha olumlu düşündüklerini hemen belirtmeliyim. Ancak onların biten bir aşkı yeniden canlandırmaya yönelik önerileri de temelde ilişkinin yeni bir biçim alması üzerinde şekilleniyor.
Yani önerdikleri aslında ‘aşk’ değil, ‘sevgi, saygı, arkadaşlık, bir şeyleri paylaşma’ adını verebileceğimiz ve ilişkiye yeni bir boyut getiren kavramlar.
Erkekler nedense aşkın bitmeye mahkûm bir süreç olduğu görüşünde ısrarlılar. Özellikle ‘alışkanlık’ duygusunun aşkı öldüren baş etken olduğunu düşünüyor büyük çoğunluk.
Bu konudaki en acımasız yanıtı ise bir arkadaşım verdi. Onun aile ilişkilerini düşünerek kimliğini açıklamıyorum. (Ama elimde imzalı bir notu olduğunu da hiç unutmamasını tavsiye ediyorum)
Arkadaşımın gönderdiği not Nietzche’den yapılmış bir alıntıdan ibaret. Nietzche şöyle diyor: “Ve sadece mezarların bulunduğu yerlerde yeniden doğuşlar vardır.”
Enis Batur, Cogito’da yayımlanan bir yazısında aşkın yaşamasını ‘gerilimin devam etmesine’ bağlıyor. ‘Kavuşma’nın efsanenin yitirilmesi demek olduğunu söylüyor. “Bir araya gelindiğinde aşk ölmeye başlayacaktır. Toplumsal düzenler hangi evrelerine bakılırsa bakılsın bu türden bir sonuç – yorum ile kuşatmıştır bireyleri. Mutsuz aşk, aşk olarak yaşayıp gitme şansını taşımış; mutlu aşk, Aşk’ın ölümünü hazırlamıştır. Onlar ermiş muradına – o noktada biter hikâye: Mutlu aşkın anlatılmaya değer bir yönü bulunmamıştır” diyor.
Behçet Necatigil de bunun altını çiziyor.
Daralan gecede
Boş yere aramak sevinci
Beraberken acı yan
Ayrılınca neden böyle çekici
Radikal Yazarı Artun Ünsal da Cogito’da “Her şey tükenir çünkü, aşk da. Masallardaki gibi, bir varmış bir yokmuş, dere tepe gidilesi. Masalla aşk birbirine karışır, bir aşk varmış, bir aşk yokmuş. Aşk da bir yoldur. Ne yazık! Yaşam biter yol bitmez. Aşklar başlar, bir gün biter, ama aşk sürer. Çünkü yaşam aşktır” diye yazdı.
Hüsrev Hatemi de Wİlliam Blake’den yaptığı bir alıntıyla cevaplıyor aynı soruyu: Ancak söylenmemiş aşklar, aşktır!
Herkes bu kadar karamsar değil elbette. Napoleon Bonaparte, Josephine’e yazdığı bir mektubunda bütün kadınların duymak istediği sözleri söylüyor: “Eğer kalbim sonsuza dek sevmeyecek kadar aşağılık olsaydı, dişlerimle parçalardım onu. ‘Seni daha az seviyorum’ diyeceğim gün, aşkımın da yaşamımın da son günü olacak.”
Tabii, Napoleon’un bu mektubu yazdığı sıralarda bir süredir ayrı kaldığı Josephine’in hasretiyle yanıp tutuştuğunu da eklemek gerek.
Ama aşk şairlere hep aynı sonu hatırlatır. Ahmet Haşim gibi.
Bizden daha evvel erişenler
Ağlar bugün evvelki hayale
Âşıklar kavuşana kadar birbirlerine özen gösterirler. Yaptıkları bir davranışın, söyledikleri bir sözün nereye gideceğini hesaplarlar. Bu hesaplıIık sevilen kişinin yüceltilmesini sağlar, ulaşılmazlığını vurgular. Erişilmezi elde etme isteği, tutkuyu iyice alevlendirir.
Kavuşmayı takip eden birlikte yaşama süreci, aşk yüzünden (aşkın gözünün kör olduğu sözünü hep hatırlayın) görülemeyen kusurların da ortaya çıkmasını sağlar. Alışkanlıklar eski özenin gösterilmesini engeller. O güne kadar kusurlarını görmediğiniz, diğerlerinden farklı olduğunu zannettiğiniz insanın aslında ‘sıradan bir fani’ olduğunu anladığınız anda da aşkın biliş süreci başlar.
Kadınlarla erkekleri ayıran temel farklardan birisi de işte burada çıkar: Erkek avcıdır. Vurulan her av yeni bir süreğin başlangıcını da haber verir. Binlerce yılda genlerine kazınmış ‘özgürlüğe’ doğru yürümeyi ister.
Kadın ise hayatın beşiğidir. Her şey gibi aşkı da dönüştürebileceğini, yeni durumdan başka bir düzen çıkarabileceğini düşünür.
Zaten kadınlarla erkeklerin birbirlerine âşık olmasının sebebi de budur. Tıpkı ayrılmalarının sebebinin de bu olduğu gibi!