İsmet Berkan, dünkü yazım üzerine ‘aşk edebiyatı’ dediğimiz şeyin aslında hep mutsuz aşkları, tutkuyla yanıp kavuşamamaları anlattığına dikkat çekti. “Mutlu aşklara ne oluyor? Onlarda yazılmaya değer bir şey yok mu?” diye sordu.
Devamlı okuyucularım hatırlayacaklardır, dünkü yazımda Enis Batur’dan bir alıntı nakletmiştim. Batur, “mutsuz aşk, aşk olarak yaşayıp gitme şansını taşımış; mutlu aşk, Aşk’ın ölümünü hazırlamıştır. Onlar ermiş muradına – o noktada biter hikâye. Mutlu aşkın anlatılmaya değer bir yönü bulunmamıştır” diyordu.
İsmet’in sorusuna yanıt vermek için Güzel ve Çirkin masalının devamını düşünmeye çalıştım. Şimdi size de aktarıyorum. İşte Beauty and The Beast- Part Two!
Bell, yakışıklı prensiyle evlenip mutlu bir şatonun prensesi olur. Arada sırada köydeki yaşlı babasını ziyarete gider, ona yemekler götürür. (Bir kız çocuk babası olarak öykünün devamını buradan başlatmamı anlayışla karşılayacağınızı umuyorum.)
İlk aylarda birbirine âşık iki gencin yuvası cıvıl cıvıldır. Birlikte alışverişe giderler, evin eksiklerini alırlar. Kendilerine eğlenceli rutinler yaratırlar.
O yıllarda doğum kontrolü bilinmediği için Bell çok geçmeden hamile kalır. İkisi de bu duruma çok sevinirler, ama en çok sevinen Bell’dir. İçinde yeni bir hayatın filizlenmeye başladığını görür. Bu tanrısal gücü damarlarında hisseder. İlgisi giderek birkaç ay sonra doğacak çocuğuna yönelir. İlk başlarda Prens de bu oyuna kendisini kaptırır. Ama ne yaparsa yapsın Bell’in hissettiklerinin hiçbirini hissedememektedir. Bir erkek olarak bu duyguya yabancıdır, hiç tanımadığı ve nasıl bir şey olacağını bilemediği mutasavver bir çocuğun nasıl olup da Bell’in hayatını değiştirebildiğini anlayamaz.
Doğum şatoda büyük bir sevinç yaratır. Artık Bell’in babası da – tahmin edeceğiniz nedenlerle – onlardan hiç çıkmamakta bütün gününü torunuyla oynayarak geçirmektedir.
Prens Bell’in hayatında giderek ikinci plana itildiğini ‘düşünmeye başlar. Bir yandan eve gelen üçüncü boğazı da besleme telaşı diğer yandan da evde eski ilgiyi görememesi onu giderek daha çok dışarıda tutmaya başlar.
Fark eder ki köyde en az Bell kadar güzel üçüzler de vardır. Onların her zaman şık ve canlı tavırlarına imrenir.
Bu arada Bell de eski Bell değildir artık. Doğum izlerini taşıyan çatlak karnı, sütle şişip sarkan memeleri, hareketsizlikten artan selülitleriyle başka biri olup çıkmıştır.
Prens ‘The beast’ (hayvan) olarak geçirdiği yaşanmamış yıllarını fark eder bu arada. Yaşamaya zaten çok az fırsat bulduğu hayatının elinden kaçıp gitmeye başladığını düşünür. Evde giderek daha düşünceli ve somurtkan olmaya başlar. Köy meydanında üçüzlere rastladığında eski canlı ve genç günlerini yeniden yaşamaya başladığını hisseder. Bu durum Bell’in de gözünden kaçmaz elbette.
En sudan sebebin bile birbirleriyle kavga etmelerine yol açtığını görürler. Bell eşin dostun tavsiyesiyle kuaföre gitmeye, üçüzler gibi giyinmeye çalışır. Ama ne yaparsa yapsın Bell ile Prens arasındaki mesafe açılmaya başlamıştır bir kere.
Bir gün Bell’i (belki de Prens’i) kasabanın avukatının bürosunda görür köylüler. Boşanmak için Şato’yu istemekte, çocuğun kendisinde kalmasında ısrar etmektedir. Prens, özgürlüğü ve yaşanmamış yılları için bu kadar bedelin önemli olmadığını düşünür. Kalbinde çocuğundan ayrılmanın acısı, damarlarında yeniden gençliğini bulduğunu zannetmenin heyecanıyla arkasına bile bakmadan kapıyı vurur, çıkar.
Onlar bu kez muradlarına erip, kerevetlerine çıkamazlar. Gökten düşen üç elmayı ise (masalda üçüz güzeller oluyor) Prens’ten daha genç ve yakışıklı olanlar kapar.