Dünkü gazeteler İstanbul’daki ‘yılın düğünü’ haberleriyle doluydu. Bu tür haberlere pek rağbet etmememize rağmen biz de bu ilginç düğünle ilgili haberleri okuyucularımıza sunduk.
Düğüne davetli tek gazeteci Leyla Umar’ın yazısını okuyunca ‘yılın düğünü’ tanımlamasının bir haksızlık olduğuna karar verdim. Sanıyorum Çırağan Sarayı, yapıldığından beri Osmanlı dönemi dahil böylesine bir debdebeye hiç tanık olmamıştı.
Düğün için yaklaşık 2,5 milyon dolara yakın bir para harcanmıştı. Töreni videoya çekmek için Avusturya’dan 5 kişilik fotoğrafçı ve videocu getirtilmişti. Çırağan Oteli’nin özel mönüsüne ilaveten düğün sahipleri, dünyanın en ünlü havyar satıcısı Petrosyan’dan getirttikleri Beluga Havyarları’nı ve 1990 Chateau Leoville Haut Brion ve 1985 Chateau Leoville Las Cases şaraplarını konuklarına ikram etmişlerdi. Konukların oturacakları 850 sandalye ve altın simle işlenmiş peçeteler Paris’ten getirtilmişti. Nikâh şekerleri de elbette Paris malıydı. Saray yine Fransa’dan getirtilen özel bir sistemle ışıklandırılmıştı.
Keman virtüozu Vanesa Mae ve 25 kişilik orkestrası da unutulmamıştı.
Kısacası düğün sahipleri çocuklarının mutluluğu ve konuklarının rahatı için ellerinden geleni ardına koymamışlardı.
Böyle durumlarda geleneksel gazeteci tavrı olan “Cengiz Yalçın’ın adına vergi rekortmenleri listesinde hiç rastlamadık” eleştirisini yapmayacağım.
Bu sonuç olarak Yalçın Bey ile devlet ve muhasebeciler arasındaki bir ilişki. Beni çok da ilgilendirmiyor.
Öte yandan anne ve babaların çocukları için her türlü fedakârlığı yapmaya hazır olduklarını ve ellerinden gelen neyse onu sonuna kadar yapmak isteyeceklerini de biliyorum ve anlayışla karşılıyorum.
Kendi çocuğu için imkânlarını son sınırına kadar zorlayan bir baba olarak zaten buna hakkım yok. Sanıyorum çocuk sahibi olan herkes de benim gibi düşünüyor ve davranıyor.
Benim anlamakta zorlandığım şey bütün bunların büyük bir abartıyla ortaya konmuş olması.
Ailenin ‘sonradan görme’ olmadığı, ‘arap yağı bol bulunca’ görüntüsüne rağmen ikrama gösterilen özenden ve titizlikten kolaylıkla anlaşılıyor.
Düğüne çağrılan sanatçıların uluslararası kaliteleri de ailenin kültür seviyesi konusunda hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak fikirler veriyor.
Ama yine de bu işte aksayan bir şeyler var gibi geliyor bana. Bir şeyler beni rahatsız ediyor ama ne olduğunu tam açıklayamıyorum.
Türkiye’nin bugünkü ortamında böylesine tavırların pek de ‘şık’ kaçmadığını düşünüyorum.
Nüfusunun yarısı açlık sınırında yaşayan bir ülkede kamu vicdanının böylesine tantanalardan rahatsızlık duyacağına inanıyorum.
Yeni bir hayatın eşiğindeki genç bir çiftin en mutlu gününün daha zarif kutlanma biçimleri kolaylıkla bulunabilirdi.
Düğün ile ilgili haberleri okurken Posta Gazetesi’nde 1 Ocak 1996’da yayımlanan bir haber geldi aklıma. Demirbank’ın ortağı Sema Cıngıllıoğlu ve işadamı Ömer Abacı sade bir törenle evlenmişler ve düğün için ayırdıkları 350 milyon lirayı Sokak Çocukları Derneği’ne bağışlamışlardı.
Bu tür bağışlarla sokak çocuklarının kurtulmayacağını bildiğim halde o gün o haberi okuyunca bunun sosyetede bir moda haline gelebileceğini düşünmüş, kendimce sevinmiştim. Bunun ‘şık bir jest’ olduğunu düşünmüştüm.
Dünkü haberleri okuyunca bunun yine bir moda haline gelebileceğini düşündüm ve doğrusunu söylemek gerekirse irkildim.
Nereden para kazandıklarını asla bilemeyeceğimiz binlerce görgüsüzün bu işin cıvığını nasıl çıkartabileceklerini düşündüm.
Ve asıl asaletin, mütevazı zarafette yattığına bir kez daha iman ettim.