RADİKAL

Atatürk’ün vizyonu

Yeğenim Çınar Ankara’da anaokuluna giderken bir 10 Kasım günü eve gözyaşları içinde döndü.

Ne yaptıysak susturamadık. Sonunda neden ağladığını sormak aklımıza geldi. Hıçkırıklar arasında hepimize öfkeyle dolu olarak bağırdı: Bilmiyor musunuz, bugün 10 Kasım, Atatürk öldü.
“Evet ama bugün ölmedi ki, çok oldu öleli” diye sakinleştirmeye çalıştık. “Hayır siz bilmiyorsunuz” diye inledi: “O kalbimizde yaşıyordu ama bugün gerçekten de öldü.”
5 yaşındaki küçük çocuk o yılların ağır ve kasvetli 10 Kasım törenlerinin etkisi altında Atatürk’ün o gün kalplerimizde de öldüğünü zannetmişti.
Çok şükür ki artık Atatürk’ü ölüm yıldönümlerinde gözyaşları içinde anma alışkanlığımızı terk ettik.
Doğulu toplumlara özgü ‘anma’ alışkanlığımız yerini ‘Batılı’ bir bakışa bıraktı. Yalancı gözyaşları döküp, matem şarkıları dinlemek yerine, Atatürk’ü yaptıklarıyla, tarih içindeki konumunu tartışarak anıyoruz artık.
Amin Maalouf ‘Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri’ isimli çalışmasında, İslam toplumlarındaki ‘Batı’ düşmanlığının kökenlerinin 11. yüzyılın son yıllarında başlayan ve 14. yüzyıla kadar süren Haçlı Seferleri’nde aranması gerektiğini söylüyor.
12. yüzyıla kadar medeniyetin ve çağdaş bilginin beşiği olan İslam toplumlarının, bu tarihten itibaren Batı’dan gelen ve önüne çıkan her şeyi yakıp yıkan, insanları kitleler halinde imha eden Haçlı Seferleri karşısında kendi kabuğuna çekilmek zorunda kaldığını biliyoruz.
İki yüzyıl süresince özellikle Lübnan, Suriye ve Güneydoğu Anadolu’da hüküm süren güçlü Haçlı devletleri karşısında varlığını korumak için ‘düşman Batı’ ile her türlü ilişkisini asgariye indiren İslam toplumları, bilim ve felsefe alanlarında da geriye doğru bir gidiş yaşadı.
O yıllar Batı’da Rönesans’ın temellerinin atılmakta olduğu yıllardı. Hıristiyan Batı, kendisine göre medeniyet bakımından daha ileri olan Müslümanlardan kendisine gereken her şeyi almasını bildi, bunu Rönesans’la birlikte yeni bir senteze ulaştırdı. Buna karşılık İslam toplumları kendi içine kapanıp kalmanın bedelini bilimsel ve felsefi alanda ödemek zorunda kaldı. Bu bedeli hâlâ da ödüyor.
Günümüzün tutucu İslam felsefesinin Batı’ya ilişkin her şeyi reddetmesinin altında da büyük bir ihtimalle Haçlı Seferleri’nin toplumsal hafızalarımıza kazınmış kötü anılarının etkisi yatıyor.
Mustafa Kemal’in en önemli yönü bence burada ortaya çıkıyor. Medenileşmenin, Batı’nın bilim ve felsefesini yadsıyarak sağlanamayacağının farkındaydı. Doğulu bir İslam toplumundan, batılı bir İslam toplumu yaratma hedefini kendisine koyduğu zaman, yüzlerce yıllık bu etkinin kolaylıkla silinip silinmeyeceğinden de sanıyorum pek emin değildi. Bugün bile herkese son derece radikal gelen eylem ve davranışlarının altında yüzlerce yıllık bu kaderi değiştirme isteği yatıyor olmalıydı.
İslam topraklarındaki Haçlı egemenliğine kılıçlarıyla son veren Türklerin, İslam toplumlarının Batı’ya ve Batılılaşmaya olan korkularını yenme deneyiminin de öncülüğünü yapıyor olmasını Atatürk’ün Batıcı vizyonuna borçluyuz.