Sizi bilmiyorum, ama dün televizyonda 2,5 milyar insanla birlikte izlediğim Diana’nın cenaze töreninde beni en çok etkileyen şey, EIton John’un sarkısıydı. Benim ilk gençlik yıllarımın şarkısıydı “Candle ind the Wind’ ve zamansız ölen bir başka efsane; Marilyn Monroe için yazılmıştı.
“Mumun çoktan yanıp tükendiğinde bile / efsanen sona ermeyecek” diyordu şarkıda Elton John.
Diana’nın gerçek bir efsane olduğu öldüğünde anlaşıldı.
Günümüzün ‘starlarından hangisinin ölümünde altı milyon kişi cenaze törenini izlemek İçin günlerce bekleyecek, hangisi için 2,5 milyar kişi televizyonların karşısında beş saat harcayacak?
Yaşadıkları dönemde ondan çok daha ünlü olanların hiçbirisinin sağlayamadığı bir ‘rating’ bu.
John Lennon, Marilyn Monroe, Elvis Presley, Eva Peron, Kurt Cobain… Tanrı gecinden versin Madonna, Michael Jackson, Claudia Schiffer, Pavarotti… Bir düşünün bakalım. Hangisi milyarlarca insan Diana’nın ölümündeki kadar etkiledi ve etkileyecek?
Aslında Diana, günümüzün gerçek güzelleriyle (artık aklınıza hangisi geliyorsa, Cindy Crawford, Unda Evangelista, Sharon Stone, Mİchelle Pfeifer) karşılaştırıldığında güzel sayılmazdı.
Onda insanları etkileyen şey güzelliğinden çok ‘cazibesi’ydi, havasıydı, bizlerden birisi gibi durmasıydı.
Peki neydi Diana’yı büyük bir star yapan? Yardımseverliği mi, cazibesi mi, aldatılan bir kadın oluşu mu, sevgili diye bellediklerinden hep kazık yemiş olması mı?
Kitleler onda ne buluyorlar ki, gazetelerin ve dergilerin editörleri onun haberlerini ve resimlerini basmak için birbirleriyle yarışıyorlardı? Yaşadığımız yüzyılın magazinlere en çok kapak olan kadınları Claudia Schiffer ve Cindy Crawford’dan daha çok resmi çekilmiş, daha çok resmi basılmıştı.
Bir modern zaman ‘kül kedisi’ hikâyesi olarak kitlelerin ve basının ilgisini çekmeyi başaran Diana, bir yandan sahip olduğu bazı özelliklerle diğer yandan da medya ile kitlelerin karşılıklı etkileşimleriyle hepimizden birisi olmayı başardı: Herkesin sevgilisi, herkesin aşkı, herkesin dostu, herkesin kız kardeşi, herkesin annesi…
Günümüzün modern toplumlarında insanlar eskisine göre daha yalnızlar. Diana bu yalnızlığımızın içine doğdu. İnsanlar, bu yalnızlık bunalımı İle dört elle sarıldılar ona.
Ortega Gasset ‘Tarihsel Bunalım ve İnsan’da bakın ne diyor:
“Yaşamımız denilen o onulmaz yalnızlığın derinliğinden hep onun kadar köklü bir arkadaşlık ve topluluk arayışı içinde yüzeye doğru yükseliriz. Her insan başkaları olmak ister, başkaları da o olsun ister. Yaşamımızın birçok boyutu, İçine gömülü bulunduğumuz yalnızlığı parçalamak ve başkalarıyla ortak bir varlıkta erimek için yaptığımız ateşli girişimlerden oluşur. Aralarında yalnızlığımızdan kaçmak için en radikal girişim aşk denen şu ünlü şeydir. Bir başkasını, kendi olduğumuzdan öte, öteki olmayı, ötekinin varlığıyla kaynaşmayı da arzuladığımız oranda severiz ve gerçekten, ötekinin varlığını kendi varlığımızla bir gibi duyarız.”
Diana’nın sırrı buydu işte. Elton John’a ‘Hoşça kal İngiltere’nin gülü / Paramparça hayatlara / Merhem olan müşfik kadın / Mumun çoktan yanıp tükendiğinde bile / Efsanen sona ermeyecek” dedirtenin de bu olduğu gibi.