Evim, güzel evim!
Eski bir filmde bir sovyet kentinde yaşayan bir adamın sarhoş olup sabah ayıldığında kendisini bir başka kentte buluşuyla ilgili bir öykü anlatılıyordu. Adam sabah uyandığında kendi kentinde olmadığını önce fark edemiyordu.
Ayıldığı yer tıpkı oturduğu mahalle gibiydi. Sokağın adı da aynıydı. Sokaktaki binalar, ağaçların yerleri, yayalara ayrılan yollar, çocuklar için iki salıncak ve bir kaydırak.. Her şey aynıydı. Adam başka bir kentte olduğunun farkında olmadan apartmana giriyor, kendi katına çıkıyor ve cebinden çıkardığı anahtar ile kapıyı açıyordu. Ama içerde bir kadın vardı. İki yabancı birbirlerine aynı anda aynı soruyu soruyorlardı: Evimde ne işin var?
İşin aslı sonradan anlaşılıyor, suçlunun her kentte aynı mimari planı uygulayan, benzer binaların benzer dairelerine aynı kapı kilidini koyacak kadar düzenli ‘merkezi plan’ olduğu ortaya çıkıyordu.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra gittiğim her kentte, yanlış kentte ayılan adamın yaşadıklarına benzer duygular yaşadım. Elbette Prag gibi tarihi kentlerden değil, Tiran, Almatı, Bişkek, Simferepol gibi kentlerden söz ediyorum.
SSCB’de uygulandığı biçimiyle sosyalizmin insanların günlük yaşamlarında ne anlama geldiğini bu kentleri gördükten sonra daha iyi anladığımı söylemeliyim.
Bu kentlerin devrimden sonra inşa edilen mahalleleri en genel tanımıyla İstanbul’un Ataköy’üne, Ataşehir’ine ya da Ankara’nın Eryaman’ına benziyor. Elbette onlar kadar bakımlı olmadığını da belirtmem gerek.
Bir süredir Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e sık gidip geliyorum. Arkadaşım Ferit ile birlikte orada bir projeyi uygulamaya çalışıyoruz. Bir kente çok sık gidip gelince insan bir süre sonra oranın yerlisi gibi oluyor. Değişik insanları tanıyor, onların evlerinde misafir ediliyorsunuz.
İstisnasız herkes benzer evlerde oturuyor. Bir salon, iki oda, bir banyo, bir tuvalet ve bir mutfak. Bütün evlerin duvarları aynı kâğıtla kaplı. Bütün evlerin salonlarında aynı mobilyalar var: İrice ve hayli yüksek bir sehpa, bir üçlü, iki tekli koltuk, bir televizyon… Kimse yaşadığı mekânda kendini ifade edebilecek bir düzenleme yapamamış. Sosyalist planlama, mekân-iktidar ilişkisinin altını öyle bir çizmiş ki evinizin salonunda otururken bile Merkez Komitesi’ni, KGB’yi, ‘sosyalist’ devletin dayattığı yaşama biçimini taa içinizde hissediyorsunuz. Muhalefetin ‘dekorasyon’la bile ifade edilmesi önlenmiş sanki.
Buna karşılık her evde bedavaya yakın bir fiyatla kullanılan bir telefon, 24 saat sıcak su, doğalgaz ve kalorifer var. Ama kalorifer havaların ısınmasına soğumasına göre değil, önceden hazırlanmış bir plana göre yakılıyor. Örneğin Bişkek’te kasımdan önce ve nisandan sonra yakılmıyor. Bu arada hava soğuyor, ısınıyor, ama kalorifer merkezi planın keyfini bekliyor.
Bu evleri gördükten sonra Sovyet sosyalizmi ile kapitalizm arasındaki en çarpıcı farkın elektrik prizlerinde olduğunu da gördüm. Bir odanın ışığını yakmak için kapıya en uzak olan düğmeyi çevirmeniz gerekiyor. Sosyalizmin bir cilvesi işte.. Önemli olan bir fonksiyonu en kolay yoldan gerçekleştirmek değil, merkezi planın ve devlet bürokrasisinin belirlediği sınırlar içinde kalmak.
Hasan Bülent Kahraman ile geçen gün mekân-iktidar ilişkisi üzerine hızlı bir bar muhabbeti yapmıştık. Bişkek o zaman aklıma geldi. Günlük hayatın ihtiyaçları dikkate alınmadan, insanlara evlerinde bile kendilerini ifade edebilme hakkı verilmeden, belirli bir yaşam biçimi empoze etmenin adının sosyalizm olamayacağını düşünüyorum.