Bedri Baykam’ın ‘Fener, Dünyayı Yener’ isimli sergisini gezerken çocukluğuma geri gittim.
Anneannemin ördüğü sarı lacivert kazakları giyip, sarı lacivert kaşkol ve bereleri takıp babamın elinden tutarak gittiğimiz maçları hatırladım.
Fenerbahçe’nin Ankara deplasmanlarına geldiği zamanlar kamp yaptığı otelin berberine gidip bir yandan tıraş olurken diğer yandan göz ucuyla Şenol’u, Birol’u, Can’ı, Ogün’ü, Abdullah’ı, Ziya’yı, Hazım’ı, Şeref’i ve Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük futbolcusu Lefter’i izlerdik.
Bedri’nin, Hoto pentürleri’nin önünde dururken ne kadar şanslı bir insan olduğumu düşündüm. Fenerbahçe’nin 91 yıllık tarihinin yarısına yakın bir bölümünü önce taraftar olarak, sonra da spor yazarı sıfatıyla yaşadım. Bir zamanlar tribünde bizleri heyecandan ayağa kaldıran kahramanlarla şimdi aynı sıralarda oturmanın gururunu yaşıyorum..
Bir insan yıllar içinde her şeyiyle değişebilir. Yeni zevkler edinebilir, siyasi görüşü değişebilir, zenginken fakir olabilir, çok severek evlendiği eşinden ayrılabilir… Ama asla ve asla tuttuğu takımı değiştiremez. Fenerli doğarsa Fenerli ölür, Galatasaraylı doğarsa Galatasaraylı… Tanıdığım insanlar içinde zamanla tuttuğu takımı değiştiren bir tek Hıncal Uluç var. Önce Fenerbahçeli, sonra Beşiktaşlı, en son da Galatasaraylı olmayı başarabilmiş, ama bunu nasıl yapabildiğini de hâlâ anlayabilmiş değilim.
Bedri Baykam’ın sergisi için yayımladığı katalogda Milliyet’in kurucusu Ali Naci Karacan’ın Fenerbahçe üzerine yazdığı, yazılardan bir derleme de var. Karacan’ın yazıları futbolun nasıl olup da Türk halkının en sevdiği spor haline geldiğinin ve neden Türk halkının büyük çoğunluğunun Fenerbahçeli olduğunun ipuçlarını veriyor. Kim ne derse desin, yabancı takımlarla oynanan maçlarda halkın büyük çoğunluğunun neden kendi takımından başkasını da (örneğin bir Fenerbahçelinin, Bilbao ya da Juventus’a karşı Galatasaray’ı) tuttuğunu ortaya koyuyor.
Ali Naci Karacan’ı rahmetle anarken sözü ona bırakıyorum:
“Karşımıza çıkan işgal kuvvetleri ekiplerini yenince bu kez onları muhtelitler (karmalar) halinde karşımıza çıkmaya sevkettik ve bu sefer de muhtelitleri yenmeğe giriştik. Ayrı ayrı o kadar kolay yeniyorduk ki maçların biraz daha enteresan olabilmesi için onları birbirleri ile anlaşmaya kendimiz sevk ediyorduk. Sevk ediyorduk ve… yeniyorduk! Mütarekenin o elim günlerinde, ıstıraptan bunalmış halka, bu galebelerin ne büyük teselli teşkil ettiğini, ancak o maçlarda bulunanlar hatırlayabilirler.”
“O maçlardadır ki, sporcular ve mahdut taraftarları değil, fakat asıl halk, futbolun lezzetini tattı, zevkine vardı…”
“Bu suretle, Fenerbahçe’nin sarı-lacivert hüviyeti içinde, Türk futbolu ilk defa olarak o zamandır ki esaslı surette ecnebi takımların karşısında boy ölçüşmeğe ve (…) milli mücadele bayrağı haline gelmeğe, sevilen bir takım olmağa başladı.”
“Her pazar Kadıköy tarafından gelen 11 çocuk, arkalarında sarı-lacivert formaları, alkışlar arasında Taksim Stadyum’una çıkıyorlar ve karşılarına kim çıkartıImışsa, kendilerinden iki misli uzun ve bazan üç misli kalın İngiliz canilerini, İngiliz kikiriklerini dört beş golle haklayıp tekrar halkın alkışları arasında geldikleri yere, kulüplerine dönüyorlardı. Bu galebelerdir ki bu memlekette halka futbol merakını aşıladı, futbol sevgisini verdi… Fener muhabbeti halka aşılanmış ve insanlar artık topu milli bir tokat haline sokarak ikide bir İngiliz kalesini şamarlayan Feneri istiyorlardı.”