RADİKAL

İstanbul’un Türklerden intikamı

Tanrı günah yazmasın ama zaman zaman düşünmüyor değilim. Acaba bu güzelim İstanbul Boğazı biz Türklerin bulunduğu bu coğrafyada değil de İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların yaşadığı bir coğrafyada yer alsaydı acaba nasıl bir yer olurdu?

Boğaz’ın kıyılarındaki şehrin adı İstanbul değil de Roma olsaydı? Ya da Paris’in ortasından akan ve adına Seine Nehri denen çamurun yerinde Boğaz olsaydı?

Bu sorulara kendi kendime bulduğum cevaplar ne yalan söyleyeyim hem kendi adıma, hem de atalarımız adına yüzümü kızartıyor.

Şu son sel felaketi aynı soruyu kendime bir kez daha sormama yol açtı.

Yaşadığı bölgeyi tahrip etmek konusunda gerçekten dünya çapında uzman bir millet olduğumuzu düşündüm.

Hürriyet’in “El Tayyip” adını taktığı yağmur rezilliğine karşı, Erbakan’ın deyişiyle “İstanbul’a çağ atlatan belediye başkanı” Recep Tayyip Erdoğan’ın savunması ilginçti. Erdoğan sel felaketinden yalnızca kendisinin sorumlu olmadığını, eski belediye başkanlarının sorumluluklarının bulunduğunu açıkladı.

Eski belediye başkanları da boş durmadılar elbette. Bedrettin Dalan kendi başlattığı dev eserler tamamlanamadığı için İstanbul’u sel bastı inancındaydı ve elbette bugünkü durumdan sorumlu tutulamazdı.

Her yağmurda taşan Ayamama Deresi’nin kıyısını sanayi bölgesi yapıp, derenin taşkına müsait yatağını iskâna açan sanki o değil de bendim.

Nurettin Sözen de savunmasında “Şimdi belediye başkanı o olduğuna göre sorumlu Erdoğan’dır. Yapamıyorsa bıraksın” dedi. İstanbul tarihinin en büyük çaplı gecekondulaşması yaşanırken belediye başkanı olan kişinin Nurettin Sözen olduğunu bilmiyorum hatırlatmama gerek var mı?

Onların ve hatta onlardan Öncekilerin dönemlerinde de Alibeyköy’de her şiddetli yağmurdan sonra aynı manzaranın ortaya çıktığını bundan önceki sel sırasında Radikal arşiv fotoğraflarıyla ortaya koymuştu.

Ama ben yine de ne eski belediye başkanlarının, ne de yenisinin tek başlarına bu felaketten sorumlu tutulmamaları gerekliğini düşünüyorum.

Bana öyle geliyor ki biz Türkler İstanbul’a olan hıncımızı hep birlikle el ele vererek bu şekilde alıyoruz: Çarpık kentleşme, planlara uymama, kendi küçük çıkarlarımızı toplumsal çıkarın üstünde görmek gibi huylarımız buna yol açıyor.

Bir yıl önce Radikal’de yazdığım bir yazıda tarihçi Philip Mansel’in İstanbul’u anlatan bir kitabından söz ederken şunları yazmıştım. Şimdi bu kısa alıntıyı okuyalım:

“Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde kentteki Hıristiyan nüfusu dengelemek için Anadolu’dan Müslüman Türkleri getirmişti. Önceleri gönüllülük esasına dayanan bu göç, daha sonra Türklerin göç konusundaki isteksizlikleri yüzünden zorla iskâna dönüşmüştü.

“Fatih’in bir Türk kenti sayılan Edirne ve Bursa dururken İstanbul’u başkent yapmak istemesi ve İstanbul’daki Hıristiyan ve Musevileri kendi hayatlarını yaşamak konusunda serbest bırakması da bu eziyetin üzerine tuz biber ekmişti.

“Mansel’in yazdıklarına bakılırsa zorla İstanbul’a getirilen Türkler, kenti ‘bir eziyet ve ıstırap adası, felaketlerin toplandığı yer, bir fesat ve iflas kaynağı’ olarak niteliyorlar ve şehri ‘kıyamete kadar terk etmeyi, harap etmeyi’ düşünüyorlardı.”

Acaba İstanbul şimdi, atalarımızın yüzyıllar önce ettikleri bedduanın intikamını mı alıyor bizden? Yoksa bizler genlerimize kazınmış bu lanetli vasiyeti yerine getirmek için mi kenti bu hale sokmayı başardık?

Ne dersiniz, hangisi doğru?