Kim aşk yazısı yazabilir?
Bayram tatiline rağmen sizlerden aldığım e-postalar ve faks notları gösteriyor ki ‘aşk’ ile ‘plastik güzellik’ arasındaki bağlantısızlıkla ilgili olarak yazdığım şeyler genel bir kabul görmüş.
Internet’te tanıştığı bir Portekizli erkek ile evlenmek üzere olduğunu yazan bir okuyucum, iki üç ay sadece yazışarak birbirlerine âşık olduklarını, bu süre içinde birbirlerinin fotoğraflarını dahi görmediklerini, ama havaalanında bekleyen karşılayıcılar arasında, âşık olduğu adamın hangisi olduğunu kolaylıkla tahmin edebildiğini anlatıyor.
Bir başka okuyucum da “Aşık olup uğruna çöllere düştüğün, geceler boyu ızdırap çektiğin Leyla; bu yüzüne bakılamayacak kadar çirkin, topal ve ağzı çarpık kadın mıydı?” diye soran emire, Kays’ın “Siz bir de onu benim gözlerimle görseniz” dediğini naklediyor.
Ortega Y. Gasset de konuya erkekler açısından yaklaşıyor. “Bence erkeğin aşk ateşini başlatan şeyin bu plastik güzellik olduğunu sanmak yanlış olur. Erkeklerin, plastik bakımdan en güzel olan kadınlara pek âşık olmadıkları her zaman dikkatimi çekmiştir. Her toplumda, tiyatrolarda ve toplantılarda, kamusal anıtlarmış gibi parmakla gösterilen bir kaç ‘resmi güzel’ vardır; oysa erkeklerin kişisel aşk ateşleri bunlara pek yönelmez. Bu tür güzellik öylesine kesin biçimde estetiktir ki kadını bir sanat nesnesine dönüştürür, yalıtlayarak belli bir uzaklığa yerleştirir. O kadın beğenilir, ama sevilmez. Aşkın öncü gücü olma görevini üstlenen yakınlaşma arzusu, salt bu beğenmenin getirdiği uzaklık nedeniyle olanaksızlaşmış olur… Resmi güzellere âşık olanlar alıklar ya da bakkal çıraklarıdır” diyor.
Bu konuya ‘Joe Black’ filminin sonundan çıkarak gelmiştik. Öyle görünüyor ki Joe Black kılığındaki ölüm meleğine âşık olan kızın; suskun, gizemli, keşfedilmeye açık ölüm meleğinin yerine geçen yuppi tavırlı, geveze ve laubali delikanlıya sırf fiziksel benzerlik nedeniyle âşık olmasını ‘salakça’ bulan bir tek ben değilim.
Bu arada yeri gelmişken bir eleştiriye de yanıt vermek istiyorum.
Bir gazete yöneticisi olarak, gerek kendi yönettiğim gazeteleri, gerekse diğer Türk gazetelerini her zaman ‘hayatın fazla dışında’ bulmuşumdur. Sadece gazeteleri okuyarak geldiği yeni dünyada toplumsal hayatı anlamaya çalışan bir uzaylının bu çabasının yanıtsız kalacağını düşünmüşümdür.
Oysa günlük hayat sadece ekonomi, politika ve spordan ibaret değil. Toplumsal hayatımızdaki sorunlar sadece trafik, akmayan sular, aksayan belediye hizmetlerinden oluşmuyor. Bu toplumda sıradan insanlar da yaşıyorlar. åşık oluyorlar, evleniyorlar, boşanıyorlar, çocukları oluyor, onları büyütmeye çalışıyorlar, kimisinin de çocuğu olmuyor… Ama bunlara gazetelerde ayrılan yer, alan olarak diğer konulara ayrılan yerlerle kıyaslanamıyor bile… Gazeteciler kendi kurdukları bir dünyada yaşıyorlar, bu dünyanın öteki unsurlarıyla birlikte (politikacılar, işadamları vs.) toplumun çoğu zaman dikkatini bile çekmeyen konularla boğuşup duruyorlar.
Bir süredir gazetelerin köşe yazarları siyaset, ekonomi, dış politika, toplumsal sorunlar gibi konuların yanısıra ‘aşk-meşk’ üstüne düşündüklerini de yazıyorlar. Perihan Mağden’in şakayla karışık iddia ettiği gibi ‘aşk meşk yazılsın’ konulu bir genelge yayımlamadım ama ben de kendi arkadaşlarımı biraz da hayatın içine bakmaları konusunda uyarmaya çalışıyorum.
Bir grup aydın, köşe yazarlarının bu çabalarını eleştiriyor. Onları ‘Aşk yaşamadan âşıkmış gibi yazı yazmakla suçluyor’ ve bu yazıları küçümsüyor. Çeşitli dergilerde bu yolda eleştiriler yayımlanıyor.
Öncelikle aşk üzerine düşünmek için mutlaka âşık olmak gerektiği görüşüne katılmadığımı belirtmeliyim. Futbol oynamadan da futbol yazısı yazabiliyoruz, banka yönetmeden de bankacılık hakkında fikir sahibiyiz, film çekmediğimiz halde film eleştirisi de yapabiliyoruz.
Ayrıca şunu da sormak istiyorum: Bu yazıları yazanların âşık olmadıklarını, aşk yaşamadıklarını, aşk acısı çekmediklerini nereden biliyorsunuz?