Nihat Subaşı gerçek bir gazeteciydi
Nihat Subaşı’yı gazetecilik hayatımın ilk yıllarında tanıdım. Ankara’da Mehmet Ali Kışlalı’nın sahibi ve Genel Yayın Müdürü olduğu Yankı dergisinde çalışıyordum.
Mehmet Ali Ağabey (evet, o zamanlar patronumuza biz böyle hitap ederdik) etrafına topladığı heyecanlı gençlere bir yandan gazetecilik öğretirken, diğer yandan da Yankı’yı ayakta tutmaya çalışırdı.
Şimdinin imkânlarıyla yapılan haftalık dergilere bakıyorum da, dört stajyer gazeteci, bir genel yayın müdürü ve aynı zamanda hem muhasebeci, hem teknik sekreter, hem de şoförlüğü yürüten bir biyonik adamdan oluşan Yankı’sına daha çok saygı duyuyorum.
Nihat Subaşı’yı işte böyle bir ortamda tanıdım. Mehmet Ali Ağabey stajyerlerin en tecrübelisi olduğum için beni yazıişleri müdürü yapmıştı. Benim bu güç işin altından kalkmam bir kişinin yardımıyla oldu: Nihat Subaşı. Emekliliğin sefasını sürerken Mehmet Ali Ağabey tarafından kandırılmış ve kendisini Yankı’nın bir dergi idarehanesinden çok çocuk bahçesini andıran ortamında bulmuştu. Görevi bana ağabeylik yapmaktı.
0 günden sonra biz çömezler, bir gazetecinin bilmesi gereken birçok şeyi ondan öğrendik: Adam gibi rakı içmeyi, haber kaynaklarına kazık atmamayı, polisin peşine takılıp baskınlara gitmemeyi, sadece kendimize, meslektaşlarımıza ve okuyucumuza karşı sorumlu olduğumuzu, olayların tarafı olmamayı, unvanların geçiciliğini, dürüstlüğün kalıcılığını…
0 Ulus’un efsanevi yazı işleri müdürüydü. Siyasi iktidarla kavgalar etmiş, hapislere girmiş, Türkiye’nin Paris’teki basın ataşeliğini yürütmüş, mesleğin en üst noktalarında görev yapmıştı.
Sahip olduğu vasıflar sadece bunlarla sınırlı değildi. Bence en önemli vasfı her zaman alçakgönüllü bir kişi olmasıydı. Biz acemi çaylakların hatalarını düzeltir, bizi her zaman öfkesi burnunda olan patronumuza karşı korur, dürüst birer gazeteci olarak yetişmemiz için adeta beynimizi yıkardı. Bütün bunları yaparken büyüklenmemeyi başarır, sanki mahalleden çelik çomak arkadaşımızmış gibi davranırdı. Yanlış bir iş yaptığım zaman “ulan kerata” diye başlayan “diskurlarını” şimdi çok özlüyorum.
Özlediğim sadece mesleki uyarıları değil aslında. Cuma geceyarısı dergiyi bağladıktan sonra bizleri toplar evine götürür, kendi elleriyle yaptığı domatesli pilav ve nerelerden bulduğuna asla akıl erdiremediğimiz Tekel rakılarıyla haftanın gerilimini üzerimizden atmamızı sağlardı. Şimdi işlerden bunaldığımda, sıcak bir dost sohbeti aradığımda Nihat Hoca’mı daha çok özlüyorum.
Öldüğünü dört gün sonra yurtdışından döndüğümde öğrendim. Cenazesine katılamadım, mezarına bir avuç toprak atamadım. Bunun beni ne kadar üzdüğünü anlatmama boğazıma takılan bir yumru engel oluyor. Bu yazıyı Radikal’in yaşgününde yazmak istememin nedeni de aslında bu. Belki öğrencisinin bu mutlu gününde onu düşündüğünü bilirse, beni affeder. Tanrı rahmet eylesin, biz eski öğrencileri onu hiç unutmayacağız.