Radikal’in dikkatli bir okuyucusundan şöyle bir not aldım:
“Sayın Yılmaz, Irkçılıkla mücadelede iddialı olanların, öncelikle kendi evlerinin önünü süpürmeleri gerekir.
“Musevi asıllı Nesim Malki” ve “Yahudi asıllı Erkohen”in ırksal ve dinsel sıfatlarını özenle vurgulamanız, bilinçaltınızdaki ırk ve din ayrımcılığını sergiliyor.
“Yetmiş altı yıl boyunca bu hastalıktan kurtulamadığınıza göre, bundan sonraki yazılarınızda, ‘Müslüman asıllı Ağar’ ve ‘Boşnak asıllı Evcil’ sıfatlarını kullanmanızı öneririm.”
Bu notu yazıişlerindeki arkadaşlarımla birlikte okuduğumuzda başımdan aşağı kaynar suların döküldüğünü hissettim.
Son derece önem verdiğimiz bir konuda; insanları mensup oldukları ırk ya da dine göre tanımlamama konusunda böyle bir hatayı yapmış olmamızın affedilir bir yönü elbette yok.
Okuyucularımıza karşı sorumluluğumuz bu hatamızdan dolayı özür dilememizi gerektiriyor ama hiçbir özrün bu hatanın kırdığı kalpleri tamir etmeye yetmeyeceğinin de farkındayım.
Özrümüzü, bundan sonra bu tür konularda daha titiz olduğumuzu göstermekle, bir daha böyle hatalara düşmemekle ortaya koyacağız.
Kimsenin aklına ‘Kürt asıllı Abdullah Öcalan’ tanımlaması gelmiyor ama Nesim Malki söz konusu olunca beynimiz otomatiğe bağlanmış bir şekilde ‘Musevi asıllı’ sıfatını ismin önüne yapıştırıveriyor.
Museviler, Rumlar, Ermeniler, Süryaniler ve levantenler gibi sadece Müslüman olmayan Türk vatandaşlarına karşı su yüzüne çıkan bu toplumsal bilinçaltının kazınıp silinmesi lazım.
Toplumsal hayatımızın her aşamasında çoğu zaman farkında bile olmadan yaptığımız bu ayrımcılığın kökenleri, Türklükle İslamiyet’in birbirinden ayrılmazlığını vurgulayan ve Osmanlı’ya kadar dayanan resmi ideolojide yatıyor.
Özellikle Türk tarihinin Asyalı ve Müslüman özelliklerine dayanarak ortaya çıkan ‘Türk-İslam sentezi’ ideolojisi bu ayrımcılığı besliyor, yeniden üretiyor.
Aklımıza gelen her yerde ‘nüfusunun yüzde doksan dokuzu Müslüman ülke” tanımlamasını yapıyoruz, ama bunu yaparken geride kalan ‘yüzde 1’i ayırdığımızı, bizden değillermiş gibi davrandığımızı düşünemiyoruz.
Alevilerin Diyanet bütçesinden pay almalarını tartışabiliyoruz ama son derece fakir cemaatleri olan bazı Ermeni ve Rum kiliselerinin ihtiyaçları aklımıza bile gelmiyor.
İşimize geldiğinde toplumsal mozaiğimizi hoşgörümüzün bir göstergesi olarak öne sürüyoruz, ama bu mozaiği oluşturan insanlara karşı bir küçümseme duygusundan da kendimizi kurtaramıyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi ‘Türk’ olarak tanımlıyoruz ama ‘Türk saymadığımız’ vatandaşlarımıza karşı gerek resmi devlet düzeninde ve gerekse günlük hayatımızda ayrımcılıkla yaklaşıyoruz.
Radikal yazıişlerini de affedilmez bir hataya sürükleyen ‘bilinçaltımızdaki ırk ve din ayrımcılığı’ ile tüm Türk toplumu olarak yüzleşmemiz ve bu hesabı bir daha açılmamak üzere kapatmamız gerekiyor.