Satılık Çerkez sütnine!
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ‘Orta Asya’daki ‘akraba’ cumhuriyetlerine ilk gittiğimde en çok dikkatimi çeken şey, sokaklarda ilan panolarının neredeyse hiç olmaması ya da çok az olmasıydı.
Böyle bir şeyi görmemiş ya da bütün hayatı sokaklardaki renkli, ışıklı tabelalar arasında geçmiş insanlara bunun nasıl bir duygu olduğunu anlatmak çok zor. Sanki ıssız bir şehirde dolaşıyormuş duygusu uyanıyor insanda.
7 yıl geçti. Değişim rüzgârları Orta Asya’nın sert bozkır rüzgârlarından daha hızlı esiyor. Önüne katıp sürüklediği sadece bir sistem değil. İnsan ilişkileri, mülkiyet, ahlak, toplumsal alışkanlıklar… Her şey ama her şey değişiyor.
Çok değişen şeylerden biri de kentlerin görünümü. Vitrinsiz olacağı tasarlanmış caddelerde binaların alt katlarındaki pencereler Batılı vitrinlerle yarışmıyor ama, onlara bakarak aylak aylak yürümek artık bu şehirlerde de mümkün. Times Meydanı ya da Piccadilly kadar değilse bile oralarda da artık meydanlar ışıklı reklam panolarıyla süslü.
Şehirler giderek bizim alıştığımız şehirlere dönüşüyor. İyi mi oluyor, kötü mü oluyor bilmiyorum. Ama bildiğim şu ki toplumsal ve ekonomik gelişmeyi izlemek isteyenler için bir ülkede yapılan reklamları izlemek de geçerli ve doğru sonuçlara ulaşmayı sağlayabilecek bir yol..
Pazar pazar bu nereden aklına geldi diye sorduğunuzu duyar gibiyim. İki nedeni var: Birincisi bugün güneşin doğuşunu sizlerden üç saat önce görmüş olacağım. Ala Arça’nın donmaya yüz tutmuş soğuk sularının şırıltısını dinlerken, yüzümü karla ovup doğan güneşe bir selam göndermiş olacağım. Uzun bir aradan sonra tekrar Tiyanşan Dağları’na kavuşmanın huzuru ile her şeyi unutacağım. Sevinçleri, üzüntüleri, acıları, kıyak emeklileri, mahkeme mahkeme süründürülen çocukları… İki gün Orta Asya’nın göbeğinde yaşayacağım. Parayla satın alınamayacak dostlukları içime çekeceğim. Votka ve kurutulmuş balıkla sabah kahvaltısı yapıp, dünyaya meydan okuyacağım.
İkinci neden bir kitap: Reklamcılığımızın İlk Yüzyılı 1840 / 1940 adını taşıyor. Reklamcılar Demeği yayını. Hazırlayan Orhan Koloğlu.
Kitabın sayfalarını çevirirken içimde uyanan duygu size yazının başında anlattığım gibi… Sadece bu kitaba bakarak bile Türkiye’nin toplumsal gelişmesini izlemek mümkün sanki.
Yazımın başlığına aldığım cümlecik Hulki Aktunç’un çok eski gazetelerimizden birinde rastladığı bir ilan aslında. Sadece bu ‘teklif bile tek başına ne kadar çok şey söylüyor. Bu ilandan yola çıkılarak Çerkez bir sütninenin hayatının fonu oluşturacağı tarihi bir film yapmak mümkün diye düşünüyorum.
Sayfaları çevirdikçe acaba eskiden daha şehirli bir toplum muyduk diye düşünmeden edemiyorum.
“Cümhuriyet (evet u değil, ü ile yazılmış) Bayramında Verilecek Balolarda: Giyeceğiniz tuvaletin kumaşını intihap ettiniz mi? İpekiş Mağazaları’nda düşündüğünüz, hayalinizde yaşattığınız kumaşı bulabilirsiniz!” yazılı ilandaki başında zarif şapkası, omuzlarında etolü, ince belli, zarif kadına bakıyorum, aklıma bir bankanın kavga eden çifti geliveriyor… Gelişmenin böylesine ne demeli, bilmiyorum.
Acaba İhap Hulusi, Beşir Kemal nasır ilacı için çizdiği reklamdaki ince topuklu, küçük ayaklı kadının bir gün gelip eli maşalı bir cadaloza dönüşebileceğini tahmin etmiş miydi? Acaba garsona ‘Lista (e değil, a ile yazılmış) istemem bana Vinikol şaraplarından ver’ diyen reklamdaki fraklı, beyaz mendilli kibar erkek, karısına çığlık çığlığa bağıran erkeği görse ne hissederdi? istemeden bir aile kavgasının içine düşmüş insanların utancı içinde terörize olmuş ruh durumuyla sessizce bir kenarda bekler miydi, kapıyı çekip çıkar mıydı, yoksa ‘yapmayın yahu, çoluk çocuğun önünde ayıp oluyor’ mu derdi?
Reklamları izleyin, Türkiye’nin 100 yılda nereden nereye geldiğini de izlemiş olursunuz.