Benazir Butto’yu ilk kez bir televizyon haber filminde gördüğümde 1986 yılıydı. Zülfikar Ali Butto’nun idam edilmesinden sonra Benazir’in Pakistan’a dönüşünü gösteren bir filmdi.
Pakistan ve Hindistan’a, orada yaşanan hayata, büyük dramlara olan ilgim çok daha eskilere, babamın bana ortaokuldayken aldığı ve Hindistan’ın İngiliz egemenliğinden kurtuluşunu, ‘böl yönet’ politikasının koca bir kıtanın ‘Müslümanlar’ ve ‘Hindular’ için ayrı iki devlet kurularak uygulanışını anlatan bir kitaba dayanıyordu.
Şimdi adını çıkaramadığım kitap milyonlarca kişinin katıldığı siyasi mitinglerden söz ediyordu. Benim o tarihe kadar gördüğüm en büyük kalabalık ise maç çıkışı evlerine dönmeye çalışan insanlardan ibaretti.
O haber filmini seyrederken o eski kitabı hatırlamamın asıl sebebi buydu: Benazir gerçekten milyonlarca kişinin oluşturduğu dev bir kalabalığı üstü açık bir otomobille yarıyordu. Gerçek bir insan deniziydi. Otomobilin yardığı kalabalık çılgınca bağırıyor, sanki otomobildeki ve belki de meydandaki tek kadına dokunmak ister gibi ellerini uzatıyordu.
Otomobilin içindeki bir tanrıçaydı! Terden yüzüne yapışmış beyaz bir başörtüsünün çevrelediği simsiyah saçları, çıkık elmacık kemikleri, biçimli çenesi ve herşeyi görmek istercesine açılmış iri siyah gözleri ve genizden gelen büyüleyici sesiyle bu tanrıçanın yalnızca Pakistan’ın talihsiz insanları için değil, gelecekte bütün İslam dünyası için çok önemli olacağını hissetmiştim. Sanıyorum bunda da yalnız değildim.
Büyük beklentilerin genellikle büyük hayal kırıklıkları ile sonuçlandığını daha sonra herkes gibi ben de öğrendim.
Benazir’i önce iktidara taşıyan büyük beklentinin, nasıl bir hayal kırıklığıyla paramparça olduğunu, yoksul insanların biricik umudu tanrıçanın nasıl bir canavara dönüştüğünü, sizler de sanıyorum gazetelerden, televizyonlardan izleyebildiniz.
Fransız gazeteci Laurence Gourret’in yazdığı ‘Başörtünün içyüzü-Benazir’ isimli kitabı okurken (Milliyet Yayınları, Çeviren: Nihal Önol) bu tanrıçanın nasıl olup da bütün bir dünyayı aldatabildiğini daha iyi anladım.
Benazir de bizim ‘Maskeli Leydi’ gibiydi.
Her şey içi boş bir görüntüden ibaretti. İngiltere’de sürgünde geçirdiği yıllar içinde birbiri ardına yaptırdığı estetik ameliyatlarla sahip olduğu tanrıça yüzü, iktidar hırsını ve açgözlülüğü saklamaya yarayan bir maskeden ibaretti.
İktidar için eline babasının kanı bulaşmış insanlarla ittifak yapmaktan bile kaçınmayan bir ‘tanrıça’ydı o. Yoksa ‘şeytan’ mı demeliydim?
Şeriat kurallarıyla yönetilen bir ülkenin ilk kadın başbakanının, Türkiye’nin ilk kadın başbakanı ile o kadar çok ortak yönü var ki, kitabı okursanız siz de şaşacaksınız.
Hatta isterseniz kişilerin ve kentlerin isimleri ile partilerin adlarını bildiğiniz isimlerle değiştirerek bile kitabı okuyabilirsiniz.
Benazir gerçeği de gösteriyor ki aslında ‘imaj hiçbir şey, susuzluk her şey’!
