Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Türk gibi iş yapmak

Kendinden emin bir şekilde yüksek sesle konuşmanın, sağa sola buyruklar vermenin Türkiye’de ne kadar sonuç alıcı bir davranış biçimi olduğunu ilk öğrendiğimde 17 yaşımdaydım.

Bebek yaşta ilkokula kaydedilmiş olmanın bir sonucu olarak daha bıyıklarım bile çıkmamışken Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin yurduna kaydoluyordum ve elbette yüksek sesle konuşarak iş yaptıran da ben değildim. Aramızda ‘Sedat Hoca’ dediğimiz, bir süre öğretmenlik de yaptığı için yaşça bizden hayli büyük olan arkadaşımız Sedat Göçmen, kalın bıyıklarının ve hepimizden 10 santim yüksek boyunun verdiği avantajla kayıt memurlarına buyruklar vererek üç kişilik odalardan birine yerleşmemizi sağlamıştı.

İlerleyen yıllarla birlikte bu tecrübeden sık sık yararlandım. Ama doğrusunu isterseniz, son zamanlarda sıkça sözünü ettiğim, Türkçeye ‘Kültürel Çeşitlilik’ adıyla çevrilen ‘Riding The Waves of Culture’ kitabını okuyana kadar bunun kendi marifetim olduğunu zannediyordum. Böyle değilmiş, bizimki gibi kültürlerde yüksek ses tonu çevredekileri kendi başına motive eden bir iletişim taktiğiymiş.

Özellikle kayıtsız Doğu toplumlarında ses tonundaki alçalma ve yükselmeler konuşmanın ciddi olmadığı kanısını uyandırırken bize çok yakın davranış kalıplarına sahip Latin toplumlarında bu abartılmış iletişim tarzı, kişinin bütün yüreğiyle işin içinde olduğunu gösteriyor ve çevresini harekete geçirebilmesini sağlıyormuş.

Bunları okuduktan sonra özellikle siyasetçilerin ellerinde mikrofon olmasına rağmen neden illa bağıra çağıra konuşma ihtiyacı hissettiklerini de daha iyi anladım. Bir İngiliz gibi sesini çok yükseltmeden konuşma alışkanlığı olan Altan Öymen’in CHP’de başına gelenler için de böylece bir açıklama bulmuş oldum.

Trompenaars ve Hampden – Turner’in kitabını okurken Washington’da sokakta yürürken herkesin bana neden selam verdiğini, ‘günaydın’ ya da ‘iyi akşamlar’ dediğini de anladım.

Yazarların anlattığına göre, Wharton Üniversitesi’ni ziyaret eden bir İtalyan profesör kampüs içinde gezerken neredeyse tüm öğrencilerin kendisini tanıyor olmasından şaşkınlığa düşmüş. Öğrencilerden birisine kendisini nereden tanıdığını sormuş. Öğrenci “Korkarım sizi tanımıyorum” yanıtını verince “Peki” demiş, “neden bana selam verdiniz?” Öğrencinin yanıtı şu olmuş: “Çünkü siz beni tanıyorsunuz zannettim.”

Kitabın yazarları bunun ABD’de yabancılar arasındaki göz temasının ancak saniyenin çok küçük bir bölümü kadar sürmesinin beklenmesinden kaynaklandığını söylüyorlar. Göz teması bu çok kısa olması gereken süreyi geçince, karşınızdaki sizin kendisini tanıdığınızı düşünerek selam veriyor, hatta kendisini birkaç nezaket cümlesi söylemek zorunda hissediyormuş.

Günlerdir bu kitaptan söz ediyorum ve artık sıkılmaya başladığınızı da düşünüyorum. Bütün bu anlattıklarımın ‘kıssadan hissesi’ şu: Hızla globalleşen dünyamızda kültürel farklılıkları gidermek ve böylece ‘tek tip bir iş ve insan yönetimi’ oluşturmak mümkün değil. Bu aynı zamanda toplumların iş görme ve problemleri çözme yöntemlerini yani toplumsal kültürü kolayca dünyanın başka yerlerindekine benzetemeyeceğimizi de ortaya koyuyor. Birilerinin bir yerlerde oturup ‘artık biz (mesela) İngilizler gibi olalım, öyle giyinelim, öyle çalışalım, öyle düşünelim’ demelerinin de toplumsal pratikte varabileceği hiçbir yer yok. Ne yaparsak yapalım hep ‘Türk gibi’ olacağımızı, ‘Türk gibi’ davranacağımızı unutmayalım. Bir köşe yazısının çapını çok aşacak bir iddia olacak belki ama, taa Tanzimat’tan beri en önemli sorunumuz galiba bu akıntının tersine kürek çekmeye çalışıyor olmamız..