Yaşam, ‘artakalan zamanda’ mı?
Şu anda okumakta olduğunuz yazının temelleri dün gazetedeki arkadaşlarla öğle yemeği yerken atıldı.
Biz genellikle yemekte gazete ve gazetecilik dışı konuları konuşuruz. Aşk dedikodusu yaparız; kim kimle çıkmaya başlamış, kim kimden niye ayrılmış gibi.. Futbol muhabbeti de eksik olmaz masamızdan. Bir yandan atıştırırken diğer yandan uygulamakta olduğumuz rejimlerin neden işe yaramadığını da tartışırız.
Dün ise nedendir bilinmez bu genel konuların dışına çıktık. Arabama bir mitralyöz yükleyip İstanbul trafiğinde hiç tanımadığım ve aslında küçük trafik hataları işlemekten başka bir kusurları olmayan masum insanları öldürme dürtümden söz ettik.
Daha sonra bundan da manalı bir konuya geçtik: Acaba kaç yıllık ömrümüz kalmıştı. İsmet Berkan ve Rifat Ababay gibi planlı, düzenli olanlar bunun da hesabını yapmışlar. Kendi aile ortalamalarından yola çıkıp, kendilerine ömür biçmişler.
Onlara hesabı yanlış yaptıklarını söyledim. Gerçek bir yaşam süresinden söz etmek için doğdukları günden değil, yaşadığınının bilincine vardığı günden itibaren hesap yapmaları gerektiğini hatırlattım.
Doğrusunu söylemek gerekirse yemekten sonra çayımı içerken Doğan Hızlan’ın Hürriyet’teki yazısını okumasaydım, bu konuşmalar bir ‘yemek geyiği’ olarak kalacaktı.
Doğan Bey, “Ertuğrul Özkök’ün Pazar Denemeleri; asıl hayatımızın ‘artakalan zamanda’ varolduğu itirafına, kendimize kıskançlıkla ayırabildiğimiz ya da ayırmak için hiç durmadan tekrarladığımız nakıs teşebbüslerimizin gizli çelişkilerine sürüklüyor bizi. Kulaklarımızı tıkatmasak da, ellerimizi bağlatmasak da birer Odysseus gibiyiz. Aslında hayatımız arta kalan zamanda yaptıklarımızda, diyebilsek…” diye yazıyor.
Benzer fikir Ertuğrul Özkök’ün pazar yazılarını derlediği yeni kitabı ‘Artakalan Zaman’da da tekrarlanıyor.
İnsanın kendi hayatı üzerine fikirler yürütmesi ilginç bir duygu. Ortega Y. Gasset’in çok sevdiğim ve bir kenara not ettiğim sözlerini konuyla yakın ilgisi bakımından burada sizlere de sunmak istiyorum:
“Yaşamımız bizim olan tek şeydir ve ancak kendisi üstüne açık seçik düşünceler geliştirdiği oranda yaşam olarak ayakta durabilir. Bu nedenle bir delininki tam anlamıyla yaşam sayılmaz: Varoluşu kendisinin değildir, ona bilinçle katılmıyordur. Bu yüzden insanın kendi üzerindeki asıl egemenliği düşüncesidir, iradesi değil! O efendilik günümüz insanının yitirmekte olduğu bir şey. Bu yüzden de bizde sanki insanlığımızdan bir şeyler yitiriyormuş duygusu uyandırıyor.”
Doğan Bey’i ve Ertuğrul’u ‘arta kalan zamanlardaki gerçek yaşamı aramaya’ iten duygu da bu mu acaba?
Düşüncelerimiz başka düzlemlerde başka bir hayat yaşamamızı söylerken, kişisel irademizin bizi sürükleyip götürdüğü yerlerde mi nefes alıp veriyoruz, çalışıyoruz, sevişiyoruz?
Peki buna bizi zorlayan şey ne? Para, şöhret, aşk, vatan sevgisi… Hangisi?
Gasset bunu ‘yaşam yalnızlıktır’ diye açıklıyor. Çocukluğunu ve ilkgençliğini yatılı okul koridorlarında geçiren benim gibiler için bu iki kelime ne kadar çok şey ifade ediyor, bir bilseniz.
İnsanlar yaşamlarını başkalarına devredemezler. Herkes kendi hayatını yaşamak zorundadır. Buna karşılık yaşamda arkadaşlık, toplulukla birlikte yaşama telaşı vardır.
Gasset “Yaşamımız denilen o onulmaz yalnızlığın derinliğinden hep onun kadar köklü bir arkadaşlık ve topluluk arayışı içinde yüzeye doğru yükseliriz. Her insan başkaları olmak ister, başkaları da o olsun ister. Yaşamımızın birçok boyutu, içine gömülü bulunduğumuz yalnızlığı parçalamak ve başkalarıyla ortak bir varlıkta erimek için yaptığımız girişimlerden oluşur. Aralarındaki en radikal girişim aşktır” diyor.
Garip bir çelişki. Bir yandan kendi hayatımız için başka şeyler düşünürken, irademizle bundan vazgeçiyoruz ve içinde bulunduğumuz topluluğun kurallarına uymaya, yalnız kalmamaya çalışıyoruz.
Toplumun çarklarına kendimizi kaptırdıkça insanlığımızdan uzaklaşıyormuş duygusuna düşmemizin sebebi de bu değil mi?