200. Yılı da kutlayabilmek için
“Roma bir günde inşa edilmedi” sözü, yaygın kanaatin aksine bir antik Romalıya ya da bir İtalyan’a ait değildi.
İlk kez 12. Yüzyıl’da Flanders Kontluğu’nun mahkemesinde bir din adamı tarafından kullanıldığına ilişkin kayıtlar var. Ama bu bilginin doğruluğundan da o kadar emin değilim.
Esasen son derece lüzumsuz bir bilgi bu. Sonuç olarak önemli olan sözün kendisi, kimin söylediği değil. Ancak yazar da kendisinin ne kadar bilgili olduğunu gösterecek bir iki bilgiyi yazısının içine sokuşturmalı ki bundan sonra yazacaklarını ciddiye alanların sayısı artsın!
Şaka bir yana bu sözü kullanmayı da aslında pek sevmem.
“Nazar etme ne olur, çalış senin de olur” halk deyişinin bir türevi gibi geliyor bana.
Sanki nazar değdirebileceğimiz şeylerin sahiplerinin tümü bunları çalışarak elde etmişler gibi bir kabulden kaynaklanıyor.
Emperyalist sömürünün sonucunda geri kalmış ve hala o ağır yıkımın altından kalkamamış ülkelerin fakir insanlarını avutmak amacıyla sahneye sürülmüş bir söz aslında.
Öte yandan bu sözün tersini sıkça kullanıyorum: Roma bir günde yıkılmadı!
Roma, hem tarihsel değişime ayak uyduramamış olmasının hem de çok uzun yıllar süren kötü yönetimlerin sonunda yıkıldı.
Tıpkı bildiğimiz öteki büyük imparatorluklar gibi.
Bu konuda maharetli bir millet olduğumuz da bir başka gerçek.
Cumhurbaşkanlığı Forsu’ndaki 16 küçük küçük yıldız, Türklerin tarih boyunca kurduğu imparatorlukları simgeliyor.
Büyük Hun, Batı Hun, Avrupa Hun, Ak Hun, Göktürk, Avar, Hazar, Uygur, Karahan, Gazneliler, Büyük Selçuklu, Harzemşahlar, Altınordu, Timur, Babür ve Osmanlı İmparatorlukları.
Bu fors ilk kez Atatürk’ün 1922 yılında İzmir’e girerken bindiği otomobile takılmıştı, o gün bugündür de kullanılıyor.
Aslında Türklerin kurduğu devletlerin sayısı 16’nın çok üzerinde ama niye bu 16’sında karar kılınmış, onu bilmiyorum.
Toplumsal muhalefet karşısında zor duruma düşmüş iktidarların sıkça başvurduğu “milli birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz günlerde” klişesinin bir tamamlayıcısı olarak çok kullanıldı.
16 Türk devletinin ardından kurulan 17. ve son Türk devletinin asla yıkılamayacağı ile ilgili bir propaganda malzemesi olmuştu.
Muhalif sesleri baskı altına almak için kullanılan bir tür “kutsal taşıyıcı” vazifesi görüyordu.
Öyle dönemlerde ezilenler (ki bunlar bizim memlekette hep sol ve sosyalist eğilimlerdeki insanlar olur) de tersi bir klişe ürettiler: 17 devlet kurduk demek, 16’sını batırdık demektir!
İktisatçılığa geçmeden önce bir tarihçi olarak “Kökü Mazide Olan Ati – 1” isimli bir kitapta konuşmalarını derleyen Recep Tayyip Erdoğan’ın bu kitabındaki tespitlerine göre Türk devletlerinin sayısı 41’i buluyor. Bu da devlet kurup, yıkmak konusunda kimselerin elimize su dökemeyeceğinin bir kanıtı olarak önümüzde duruyor.
Burada 41 rakamının nasıl bulunduğu, bunun “41 kere maşallah” sözü ile ilgisini filan karıştırmayalım diyorum. Dertsiz başımıza dert açmayalım!
29 Ekim günü, son büyük Türk devletinde Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. Yılı kutlanacak. (KKTC ile karışmasın diye “Büyük” sıfatını ekledim)
50. ve 75. Yıl kutlamalarını hatırlayan birisi olarak şunun altını çizmeliyim ki birileri bize “Cumhuriyet’in 100. Yılı kutlanıyor” demese, 100. Yılı kutladığımızı da anlayamayız.
Kutlamaların 50 ve 75. Yıllara göre çok sönük olmasının izahı, iktidardaki heyetin ideolojik saplantılarında aranmalı.
Onlar için ciddi bir sorun bu.
Bütün gençlik dönemleri boyunca politik kişiliklerini oluşturma süreçlerinde maruz kaldıkları propaganda, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarından hiç hazzetmiyor, bunu biliyoruz.
Fesli Kadir’i tarihçi, Necip Fazıl’ı filozof zanneden bir nesil onlar ve şimdi ne kadar isteseler de beyinlerinin kıvrımları içinde kalmış o ideolojik yalan bombardımanından kurtulamıyorlar. Ayrıca bundan kurtulmak isteyip istemediklerini de bilmiyoruz.
Cumhuriyet’in kurucu kadrolarını Diyanet hutbelerinde yok sayabiliyorlar ancak resmi kutlamalarda bu mümkün değil.
100. Yıl kutlamalarının bu kadar sönük ve içerikten yoksun olmasını ben buna bağlıyorum.
Kurucuları anmadan kuruluş kutlamanın zorluğu, buna yol açıyor.
Ne kadar uzun yaşarsam yaşayayım, Cumhuriyet’in 200. Yıl kutlamaları sırasında bu dünyada tozum bile kalmayacak.
Ama bu insan olarak, bir vatandaş olarak içimde bir endişe taşımama da engel olmuyor: Acaba, Türkiye Cumhuriyeti, 200. Yılında da ayakta olacak mı?
Nasıl Roma, bir günde kurulup, bir günde yıkılmadıysa, Türkiye Cumhuriyeti de bir günde kurulmadı, bir günde yıkılmaması için de tedbirlerimizi bugünden almalıyız.
Bilinen en temel gerçek şu ki önce devletlerin kurumları yıkılır, iş göremez hale gelir. Bu da bir günde olmaz, bir süreçtin ve sonunda kurumları çökmüş, insanları aidiyet duygularını kaybetmiş devletler bir günde çöküvermiş!
Endişeliyim çünkü, devleti ayakta tutan kurumları korumak konusunda eski hassasiyetlerimizi yitirdik gibi görünüyor.
Bugün eskisi ile kıyaslanmayacak büyüklük ve ihtişamda Adliye Saraylarına sahibiz. Hakimlerin arkasındaki duvarda “Adalet mülkün temelidir” diye yazıyor.
Burada “mülk” denilen şey, sahip olduğumuz arsalar değil, bir bütün olarak Türkiye Cumhuriyeti.
Ve adalet düzenimizin ne hale geldiğini her gün dehşetle takip ediyoruz. Sonunda İstanbul’da bir başsavcı bile dayanamadı, HSK’ya mektup yazdı.
Devletin temelinin çatırdamakta olduğunu gösteriyor anlattıkları.
Üniversitelerimiz artık sadece tabelalarında üniversite yazıyor diye üniversite muamelesi görüyor. Eğitim kurumlarımız dökülüyor. Bütün milli eğitimin hedefi iktidardaki ideolojiyi çocuklara benimsetmeye yönelik. Çocuklarımız, Avrupalı, Amerikalı, Asyalı akranlarının çok gerisindeler, Türkçeyi bile doğru düzgün öğrenemiyorlar.
Ordu, Fetullahçı çetenin marifetleriyle iki büyük yıkım geçirdi. Ergenekon – Balyoz diye başladı, 15 Temmuz ile son darbeyi vurdu. Bin yıllık Harp Okulu bile kapatıldı. Bu yıkımın, bu coğrafyada ne anlamı olduğunun farkındasınız sanırım.
Amacım distopik bir gelecek çizmek değil.
100. yılı kutlama coşkusu, gelecek ikinci yüzyılın bugünden inşa edilebileceği gerçeğini unutturmasın diye hatırlatmak istiyorum.
Torunlarımızın çocuklarının İkinci Yüzyılı kutlayabilmelerini istiyorsak, ideolojik saplantılarımızdan, sorunlarımızı daha da içinden çıkılmaz hale getiren ezberlerden uzak durmalıyız.
Güneydoğu komşularımızın hali ders olmalı.
Aynı şeylere sevinip, üzülen bir millet olmayı başaramadıkları için, kurumları nepotizm ve ideolojik körlüklerle yıprandığı için çökmüş durumdalar.
Çöküşleri tamamlanır ve Irak ile Suriye’den üçer devlet çıkarsa bu kim için sürpriz olur?
———————————–