RADİKAL

'Sayın tartışmacı, beni dinlesene ulan!'

 Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün programını izleyemedim. Ama dün sabahtan beri kimle konuşsam 32. Gün hikâyesi dinliyorum. Daha sonra Mehmet Ali Birand ile de konuştum. “Dün gece hayatımın en bedbaht gecelerinden biriydi” diyordu.

Bütün dinlediklerimden çıkardığım tek bir sonuç var: En okumuşumuzdan en cahilimize kadar hepimiz tartışma ne demektir, fikir nasıl savunulur, başka fikirlerde olan insanların söyledikleri nasıl dinlenir… Bunların hiçbirini bilmiyoruz.
En basit bir fikir ayrılığı bile insanların bir anda birbirlerine hakaret etmelerine sebep olabiliyor. Beğenmediğimiz bir fikirle karşılaştığımızda ilk tepkimiz o fikrin arkasındaki düşüncenin ne olduğunu anlamaya çalışmak yerine, “Sen zaten bilmem nesin” diye hakaret etmek oluyor.
Birbirimize saygı göstermeyi bile bilmiyoruz.
Okul yıllarımda adına ‘münazara’ denen şeyin çok saçma olduğunu düşünürdüm. Şimdi yaşım ilerleyip, etrafta olan bitenleri daha iyi izlemeye başlayınca bunun aslında o kadar da boş bir şey olmadığını daha iyi anlıyorum.
Hâlâ okullarda bu tür programlar uygulanıyor mu, bir bilgim yok. Benim yaşımdakiler hatırlayacaklardır: Bir konu seçilir, iki takım oluşturulur, bunlar konu üzerine çalıştıktan sonra birbirlerinin fikirlerini çürütmeye çalışırlardı. Kimse kimseye hakaret etmez, sadece düşünceler öne sürülür, ‘müsademe-i efkârdan barıka-i hakikatin doğması’ beklenirdi.
Belli ki öğrenciliğimizde öğrendiğimiz bir çok şey gibi bunu da unutmuşuz.
Artık fikirlerin çarpışmasından gerçeğin kıvılcımı değil, sadece küfür ve hakaret doğuyor.
Bu gelişmenin her türlü bölücü akımdan daha tehlikeli olduğunu düşünüyorum.
Toplumumuz birbirini dinlemeye bile tenezzül etmeyen, kendi düşüncesinden başka doğruların da olabileceğini kabul etmeyen, dünyayı sadece siyah ve beyaz olarak gören, başkalarına tahammülsüz kamplara bölünüyor.
Bu giderek köylüleştiğimizin, lümpenleştiğimizin bir başka göstergesi diye düşünüyorum.
Modern kentli yaşam her şeyden önce başkalarının haklarına ve görüşlerine saygıyı gerektiriyor. Yaya geçidindeki insanlara kimsenin yol vermek istememesinden tutun da, sonuna kadar açtığı teybiyle mahalleyi uykusuz bırakanlara kadar herkes aynı hastalıkla mustarip.
Günlük yaşamımızda ‘önce ben’ diye düşündüğümüz ve böyle yaşamaya alıştığımız için fikirlerin tartışması söz konusu olduğunda da aynı şekilde davranıyoruz.
Genel bir düzey düşüklüğü giderek iliklerimize işliyor.
Modern dünyanın çağdaş insanlarının sahip olduğu her şeye sahibiz ama köylülük ve lümpenlik paçalarımızdan akmaya başladığı için en önemli sorunlarımıza bile tartışarak bir çözüm bulamıyoruz.
Gittiğimiz yerin hepimizin felaketiyle sonuçlanabilecek bir cehennem olduğunun farkına bile varamıyoruz.