RADİKAL

Aşk ölüyor mu?

 Geçen hafta Londra’da “Aşkın kaosu” konulu bir konferans düzenlenmiş ve tanınmış (elbette bu tanınmışlık bizim ülkemiz için geçerli değil) “evlilik terapistleri” kadın erkek ilişkilerinin çağımızda almakta olduğu yeni biçimi tartışmışlar.

Konferansta tartışan uzmanlar “aşktaki kaosun” temel nedeninin kadınların değişmekte olmasına karşın erkeklerin değişmemekte direnmesinde olduğu düşüncesine varmışlar.

Şebnem Denktaş’ın haberine göre “2OOO’lere yaklaşırken toplumda artık kimsenin tutamadığı bir kadın” varmış. “Başarı için çalışan, kendisi için giyinen/ekonomik özgürlüğünü kazanmış ve her şeyden önce kendi arzularının farkında olan bir kadın” tipiymiş bu. Karşısındaki erkekte “cinsellikten önce duygusallık arıyor, alamazsa terk ediyor, aldatılırsa asla affetmiyor”muş.

Konferansa katılan uzmanlardan Dr. Penny Mansfield “duygusal paylaşıma katılmayan erkeğin sonu yalnızlıktır. Modern aile hayatında dengeler altüst oldu. Duygusal ihtiyaçlarına karşılık bulamayan kadın ilişkiyi daha fazla yürütmek istemiyor” diyerek kadın erkek ilişkilerindeki son durumu açıklıyor.

Uzmanların önemli bir bölümü, 2000’li yıllarda “duygusallık bana yakışmaz diyen erkek” yüzünden mutlu aşk ve İdeal beraberliğin bir hayal olacağı kanısında.

Acaba bu kehanet doğru mu? Gerçekten de gelecekte “aşk” olmayacak mı?

Bütün genellemelerden nefret ettiğim gibi “evlilik terapistlerinin” bu genellemelerinden de hiç hoşlanmadığımı açıklamak zorundayım.

Bir kere insan ilişkilerindeki “kişisel” eğilimleri yok sayıyor bu yaklaşım. Aynı toplumsal çevreden bile gelseler insanlar farklı durumlarda farklı tepkiler ortaya koyabiliyorlar. Nitekim Dr. Chiristopher Clulow “aynı durumlarda kendini çok yalnız hisseden, mutsuz erkekler de gördüm” diyerek cinsimizi “aşkın katili” suçlamasından kurtarmaya çalışıyor. Ve bence doğru da yapıyor.

Bir kere erkeklerin “duygusallıktan uzak olmaları”nın aşkın ölümünü hazırladığı görüşüne hiç katılmıyorum.

Aşk öyle bir şey ki kadın ya da erkek, bu duyguyu içinde hissettiği zaman kendi bireyselliğinden büyük ölçüde vazgeçiyor. Yaşamda karşılaştığımız başka kişiler bireysel özgürlüğümüzün sınırlarını çiğnemeye kalkıştıklarında şiddetli bir tepki gösteriyoruz, ancak bir kadına (ya da bir erkeğe) aşk ile bağlı olduğumuzu hissettiğimiz zaman bu sınırların çiğnenmesi bizi pek ilgilendirmiyor. Hatta karşımızdakinin içimize sızmasına o kadar açık oluyoruz ki, artık iki kişinin bir arada olduğu bir bireysellik söz konusu olabiliyor.

Bu nedenle aşk “erkeklerin duygusallıktan uzak olmaları” nedeniyle ölmüş olamaz. Tersine şu ya da bu nedenle artık aşk öldüğü için erkek (ya da kadın) duygusallıktan uzaklaşır, kendi bireyselliğinin sınırlarını bu kez titizce korumaya çalışır. Bu durum da terapistlerin sözünü ettiği “duygusal kapanma”ya yol açar. Duygusal kapanmanın nedeni karşımızdaki kişiye geçebileceği sınırların artık daraldığını göstermenin bir ifadesidir.

Bu nedenle “duygusal1 kapanma” için sadece erkeği suçlamak doğru olmaz, aşk kadın açısından bittiğinde de aynı “duygusal kapanma” söz konusu olur.

Terapistlerin sözünü ettiği şey ise bu durumun ifade biçiminin çağımızda yeni bir şekil almış olmasından başka bir şey değil. Eskiden aşk bitse de evliliği sürdürmeye çalışan kadın tipinin yerine, aşk bitince kendisine yeni bir hayat arayan kadın tipinin gelişmekte olmasının bir sonucu bu.

Ve bunun için üzülüp ağıt yakmamız gerekmez. Cinsler arasındaki tam eşitliğe doğru bir yol alış bu. Dünyanın çok büyük bir bölümünde kadınlar için hâlâ geçerli olan eşitsizliğin, dünyanın küçük bir bölümünde yıkılmaya başlandığının bir göstergesi.

Kısacası endişeye gerek yok. Aşk ölmüyor, kaos filan da söz konusu değil.