Ezginin Günlüğü söylüyordu şarkıyı, sözleri de yanlış hatırlamıyorsam şöyleydi: “Çıplak heykeller yapmalıyız, sessiz rüyalarımız için / Sana nasıl etsem anlatsam / Kiraz mevsiminin para kazanmak değil, sevişme vakti olduğunu…”
Manavlarda, tekerlekli işporta tezgâhlarında kiraz boy göstermeye başladığından beri bu şarkı dilimde… Aslına bakarsanız melodisini bile doğru dürüst çıkaramıyorum ama benden başka kimsenin işitme ihtimali olmadığı zamanlarda da söylemeden duramıyorum…
Dişidir meyveler…
Sizlere geçen hafta Willy Pasin’in “Aşk ve Yemek” isimli kitabından söz etmiştim. (İletişim Yayınları, Çeviren: Can Belge.) Pasin, kitabında bazı gıdaların “dişi”, bazı gıdaların ise “erkek” olarak algılandığını söylüyor ve Franco Marenghi’den bir alıntı yapıyor: “Evet, bazı gıdaların bir cinsiyeti olduğunu düşünüyorum. Meyveler erkektir, sebzeler kadın. Diyelim ki kuvvetli tatlar her zaman daha genel olarak erkektir.” 
Kitabın bu bölümüne geldiğimde Marenghi ile aynı görüşü paylaşmadığımı fark ettim. Evet, kuvvetli tatlara sahip olan yiyecekler sofrada duruşları itibariyle de eril bir görüntü sergiliyorlar ve kafamızdaki erkek imajına daha yakınlar… Ancak, bence bazı meyveler kesin olarak bizde “dişi” bir imaj yaratıyor. 
Elma yanak, kiraz dudak..
Nitekim bu görüşümü sınamak için dün bir ara internette bilinen büyük ressamların “natürmortölarına baktım.
Kirazlar, kavunlar, elmalar, armutlar, çilekler.. Özellikle bu beş meyvenin ortadan kesilmiş ve çekirdekleriyle birlikte resmedilmiş hallerinde erotik bir duygu yakalama çabası sezdim… 
Sadece ressamlar değil elbette… Birçok şairin şiirinde de bu meyveler kadın vücudunun değişik yöreleri ile eş tutuluyorlar… Kiraz dudaklar, kavuna benzeyen karınlar, elma yanaklar, armut kalçalar / göğüsler, çilek kokulu kadınlar… 
Lafı yine uzatmaya başladığımın farkındayım. Kiraz mevsiminin geldiğinden söz ediyordum; bunun çalışma değil, sevişme vakti olduğundan…
Ah o ferahlık…
Çiçek açmış bir kiraz ağacının insanın içine vereceği ferahlıkla boy ölçüşebilecek kaç şey var acaba? Her biri bir oya gibi ince ince işlenmiş beyaz taç yaprakları, dokunsanız kopacak gibi görünen ipçiklerinin üzerindeki kahverengi başçıklarıyla, birkaç tanesi bir arada demet gibi dalın ucuna ilişivermiş duran kiraz çiçeği… Ya da son yıllarda İstanbul’da da yaygınlaşmaya başlayan Japon kirazlarının insanın içini bayıltacak kadar açık pembe çiçekleri… 
Neden bitkisel hayat?
Bütün bunlar durduk yerde aklıma gelmiyor elbette… Bugün günlerden cumartesi ve dışarda inanılmaz güzel bir bahar havası var. Odamın penceresinden bakınca gördüğüm bütün ağaçlar hafif bir esintinin de yardımıyla sanki bana “gel gel” yapıyorlar… 
Bir ay öncesine kadar hepsi bir sopadan ibaretti. Köklerini toprağın derinliklerine salmış bir şekilde beklediler. Başka hiçbir şey yapmaları gerekmedi. Günü geldiğinde önce tomurcuklandılar, sonra çiçeklendiler ve yapraklandılar… Şimdi de tozlaşıyorlar… “Sevişmeye” o kadar meraklılar ki pamukçukları ilk bakışta insanda kar yağıyormuş izlenimi uyandırıyor. Düşünmeden edemiyorum: Ağır koma durumuna neden “bitkisel hayat” deniliyor?
