AB üyeliği biraz da ciddiyet istiyor
AVRUPA Birliği’ne üyelik sürecinin bir süredir tavsadığına ilişkin eleştiriler özellikle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın hiç hoşuna gitmiyor.
Avrupa Birliği’ne üyelik süreci ile ilgili çalışmalar sadece yasaların çıkarılması ile sınırlı değil.
Bu süre içinde Avrupa Birliği mevzuatının Türkçe’ye çevrilmesi, Türkiye’de Avrupa Birliği fikrinin yerleşmesi için sivil toplum kuruluşlarıyla diyaloğa girilmesi gibi birçok önemli konu da üzerinde çalışılmayı bekliyor.
Bu işi yürüten kurumun adı Avrupa Birliği Genel Sekreterliği.
Sekreterliğin son durumu ile ilgili olarak gazetelerde yayımlanan haberler, hükümetin müzakere sürecini hiç ciddiye almadığını gösteriyor.
Genel Sekreterlik 60 uzman kadrosuyla bu güç işin altından kalkmaya çalışıyor. Beş yıldır bu sayı artmış değil. Kurumun görevini yerine getirebilmek için en az 300 uzman istihdam etmesi gerekiyor ama devlet personel rejimi buna izin vermiyor.
Kurumun basın bürosu, tercüme bürosu ve hukuk büroları kurulabilmiş değil.
Bir teşkilat kanunu da çıkarılmamış durumda.
Tarama süreci çalışmaları için Brüksel’e giden bürokratlara verilen harcırah sadece 100 Euro. İki yıldızlı bir otelin gecelik ücretini zor karşılıyor. Bu nedenle kimse Brüksel’deki çalışmalara katılmak için gönüllü davranmıyor.
Bu tablo, Avrupa Birliği’ne ciddiyetle hazırlanan bir ülke görüntüsü vermiyor.
Yeri gelince demeç verip, gazetelerde manşet olmak iyi de, bunun gereklerini de yerine getirmek için biraz daha ciddi olmak gerekiyor.
Tanrı Adliye’ye düşenlere yardım etsin
GEÇEN gün Milliyet’te ilginç bir tekzip yayınlandı. Tekzibin ilginçliği içeriğinden çok Türkiye adliyelerinin “tekzip kurumuna” yaklaşımlarından kaynaklanıyor.
Milliyet, mart ayında AKP Milletvekili Fazlı Karaman ile ilgili bir haber yayınlamış. Karaman’ın haberle ilgili tekzip istemi Bağcılar 1. Sulh Ceza Mahkemesi tarafından “esastan” reddedilmiş.
Karaman bunun üzerine Ankara 11. Sulh Ceza Mahkemesi’ne başvurmuş.
Mahkeme, bu tekzip istemini kabul etti ve tekzip Milliyet’te yayınlandı.
Mahkeme, gazete avukatlarının ilgili kanunun “aynı fiil için hüküm ya da açılmış dava varsa davanın reddine karar verilir” hükmüne dayanarak yaptıkları itirazı dikkate almadı. Büyük olasılıkla Ankara’daki mahkeme iş yoğunluğundan gerekli incelemeyi hakkıyla yapmadığı için bu çok önemli ayrıntıyı atladı.
Uzun süre gazete yöneticiliği yaptım ve bu durum beni artık hiç şaşırtmıyor.
Mahkemeler, kendilerine ulaşan tekzip isteklerini, neredeyse dosyayı hiç okumadan, dosyadaki haberi, haber ile ilgili kanıtları (ses bandı, araştırma dosyası vs.) hiç dikkate almadan kolayca kabul edebiliyorlar.
Özellikle Anadolu’da etkili ve yetkili bir kişiyseniz, istediğiniz her haberi kolayca tekzip edebiliyorsunuz. O kadar ki köşe yazılarındaki yorumlara gönderilen tekziplerin bile kabul edildiği oluyor.
Tekzip ve yanıt hakkının kötüye kullanılmasından kaynaklanan bir durum, mahkemelerce adeta meşru hale getiriliyor.
Ve gazetelerimizde çalışan onca gerçekten çok bilgili avukata rağmen böyle bir uygulama ile karşılaşıyor olmamıza bakıp, “Tanrı adliyelere işi düşen çaresizlere yardım etsin” demekten başka bir yol bulamıyorum.
Dünya Kupası’nda neden ABD’yi tuttum?
GEÇEN akşam televizyonda İtalya-ABD maçını izlerken kendimi suçüstü yakaladım: Amerika’yı tutuyordum!
Bu nasıl oldu bilmiyorum. Yabancı milli takımların maçlarını izlerken kendimi bildim bileli “fakir” ülkeleri tutarım. Trinidad-Tobago, Tunus, Angola, Gana gibi takımları. Bir de her zaman Brezilya’yı. İtalyanlara da sempatim vardır, “azzuri” sahaya çıkınca aklıma Napoli’nin, Roma’nın dar sokaklarında top oynayan çocuklar gelir çünkü.
Geçirdiğim şoku düşünün şimdi: İtalya, Amerika ile oynuyor ve ben Amerika’nın kazanmasını istiyorum!
Ertesi akşam gazetenin barında arkadaşlarla sohbet ederken ikinci içkiden sonra itiraf ettim bunu.
Masada bir an bir sessizlik oldu. “Tamam” dedim, “şimdi ne dönekliğim kalacak ne de sosyalizme ihanetim.”
Meğerse sessizliğin nedeni onların da o maçta Amerika’yı tutmuş olmalarıymış.
Onlar da benim gibi bunu itiraf etmeye çekiniyorlarmış.
Oturduk, uzun uzun bunun nedenlerini tartıştık.
İki sonuç çıktı: Birincisi, İtalyanların “fair play”e yakışmayacak hareketlerinin daha maçın başında hepimizin sinirlerini bozmuş olmasıydı. İkincisi ise Amerika’nın başka konularda değilse bile futbol söz konusu olunca “mazlum milletlerden” sayılması gerektiğiydi.
Yani genel pozisyonumuzda bir değişiklik yoktu. Futbolun dürüst oynanmasını istiyorduk ve her zaman olduğu gibi “ezilmişlerden” yanaydık.
Bu açıklamayı bulunca bir hayli rahatladığımızı söylemeliyim.