Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Sorun cezaların yetersizliği değil

ADALET Bakanı Mehmet Ali Şahin’in, telekulak olaylarının önlenmesi için cezaların artırılabileceğini söylediğini dün Hürriyet’te okudum.

Şahin “Eğer bu suçlara verilen cezalar caydırıcı değil deniliyorsa o noktada görev bize düşer. Talimat verdim cezaların artırılması doğrultusunda rapor hazırlanacak” diyor.

Bence bu çalışmadan önce Bakan Şahin’in bir de bu konuyla ilgili kovuşturma istatistiklerine bakmasında yarar var. Kaç dinleme kararı verilmiş ve kaç tanesi basına yansımış? Ve bunlar ile ilgili nasıl bir işlem yapılmış?

Bakan Bey bunları yaptırınca görecek ki sorun ceza miktarında değil, doğrudan doğruya mevcut yasaları uygulamak konusunda hiçbir şey yapmayan adli makamlardadır.

Yasal olarak, yargıç izniyle yapılan dinlemelerde nasıl bir prosedür izleneceği belli.

Suç yok ise dinleme evraklarının tümüyle imha edilmesi gerekiyor.

Dinleme kayıtları bir suçun kanıtlanmasında kullanılacaksa yapılması gereken de belli: İddianameye bu bölümü koymak, suç ile ilgili olmayan bölümleri imha etmek gerekiyor.

Yasa böyle diyor ama en başta bu yasaların uygulanmasını gözetecek olan savcılar buna uymuyorlar.

İşte Ergenekon iddianamesi orada duruyor. Bu iddianamenin eklerindeki kayıtları ve suç ile ilişkilerini denetlemek için bir başka savcı görevlendirilsin. Görülecek ki kanun açıkça çiğnenmiş, çiğneyen de savcıdan başkası değil!

Yasal dinlemelerin kamuoyuna sızdırılmasında iz sürmek çok kolay! Dinleme iznini hangi hákim, hangi savcıya verdi, o kayıtlara hangi polis memuru ulaşabilirdi?

Eğer dinleme yasadışı bir şekilde yapıldıysa, bu kaydı yapabilecek olanakların devletin hangi organlarında olduğu, o kurumlarda kimlerin bu işin sorumlusu olduğu da belli.

Yani insanın dedektif olmasına gerek yok. Yakalamak isteyen herkes bu suçu işleyeni yakalayıp, yasaların mevcut haliyle bile yaptığına pişman edebilir.

Yeter ki bunu yapmaya niyet olsun. Yeter ki en başta yasaları korumakla görevli olanlar, yasalara saygılı olsunlar.

Fethullah Hoca’nın dediğini de yapma!

FETHULLAH Gülen, Amerika’da bir koru içindeki villalardan oluşan “kampusunda” bazı gazetecilerle görüştü. Gazeteciler geceyi “kampus” içindeki villalardan birinde geçirip, 50 kişinin katıldığı bir sabah kahvaltısında “huzura” kabul edilmişler! Fethullah Hoca, o kahvaltı sohbetinde sözü Ergenekon Davası’na getirmiş.

Bazı tutukluların “hastalık” gerekçesiyle Gülhane Askeri Hastanesi’nde yatmalarını “Gata-kulli” olarak nitelemiş.

Kelime oyunlarındaki bu yaratıcılığa bakınca “Zaman gazetesinin başlıklarını neden Hoca’ya attırmıyorlar” diye merak ettim. Hoca, başlıkları kendisi atsa o gazete daha eğlenceli olur, bu açıkça görülüyor.

Ama belli ki ABD ile Türkiye arasındaki saat farkı buna engel oluyor.

Hoca’nın bu dava ile ilgili yorumlarındaki genel havaya bakılırsa, kendisi zaten hem savcı hem de yargıç olmuş! Evet, onun özlemini duyduğu günlerdeki gibi olsaydı, bu makamı hak ederdi ama laik demokrasi devrinde bu hayalini gerçekleştirmesi mümkün değil.

Hoca’nın görüşlerinin daha vahim olan yönü, tutukluluk halini bir adli süreç olarak değil, bir cezalandırma yöntemi olarak algılıyor olması.

Bu davada bugüne kadar cezaevinde ölüm bile gerçekleşti. Bazı sanıkların yaşları itibariyle, cezaevi şartlarında hastalanıp, tıbbi yardıma ihtiyaç duymalarında da şaşılacak bir şey yok. Asıl şaşılması gereken, bu en temel insan hakkının kullanılmasının, kendisi de yaşlılık hastalıklarından mustarip bir kişi tarafından olumsuz bir bakış ile karşılanıyor olması.

Bir de o kişi için “yüreği insan sevgisi ile dolu” diye reklam yapıyorlar, Allah korusun bir de öyle olmasaymış, kim bilir neler diyecekti!

En az daha çoktur!

HILLARY Clinton’un Ankara ziyareti yaklaşık 17 saat sürdü ve bu süre içinde Clinton Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Ali Babacan ile resmi görüşmelerde bulundu. Basın açıklaması yaptı. Anıtkabir’e özel olarak gitti. İki televizyon programına katıldı.

Bütün bu süreç boyunca siyah bir pantolon, siyah tişört, sarı ceketten oluşan bir kılık ile karşımızdaydı. Kehribar rengi mütevazı bir kolye giysisini tamamlıyordu.

Onu bu giysileri içinde izlerken kim olduklarını kolayca tahmin edebileceğiniz siyasetçi eşlerini hatırladım.

Elbise kılığına girmiş perdelik kumaşlarını, dev fiyonklar ile süslenmiş bel kemerlerini, sadece marka ve moda olduğu için satın alınmış bavul kılıklı çantalarını, kendilerinden on santimetre önde giden ince burunlu, sivri topuklu ayakkabılarını anımsadım.

Zarafetin sadelikte olduğunu bir kez daha hatırlamamızı sağlayan bu tablodan onlar da bir ders almışlardır umarım.

Benzeri bir şeyi Oscar Ödül Töreni’nde Angelina Jolie için de düşünmüştüm. Onun da üzerinde dümdüz siyah bir elbise ve çok sade bir zümrüt kolyeden başka bir şey yoktu.

Minimalistler “less is more” derler. “En az daha çoktur” gibi bir anlamı var.

Özellikle siyasetin içinde olan (eş durumundan siyasetçi olanlar da dahil) kadınların hep akıllarında tutmaları gereken bir şey bu.

Güzel olacağım diye garip kılıklara girmek tam tersi etki yaratıyor, ben hatırlatmış olayım.