HIZLI tren kazasıyla ilgili olarak açılan tazminat davalarından ikisinin bittiğine ilişkin haberi bugün Hürriyet’te okuyacaksınız.
İnsan, bir haksızlığın cezasız kalmadığını duyunca mutlu oluyor.
Ama bir sorun var: Tren kazasının üzerinden 5 yıl geçti ve davaların sadece iki tanesi sonuçlanabildi.
Geride sonuçlanmayı bekleyen daha kaç dava var, bilemiyorum.
Beş yıldır bu insanlar ciddi sıkıntılar çektiler. Aylarca çalışamadılar, işlerinden, normal hayatlarından uzak kaldılar, ağır hastane masraflarını karşılamak zorunda kaldılar.
Ve davalardan ancak iki tanesi bitebildi. Temyiz süreçlerinin ne kadar süreceğini kestirmek de hukuk sistemimizdeki ağırlığı bilenler için zor olmamalı.
Mahkemelerimizin üzerindeki ağır iş yükünü söylemeye bile gerek yok.
Buna bir de yasal düzenimizin davaları kolayca uzatmaya açık yollarını katınca, işte böyle bir sonuç çıkıyor karşımıza.
Ülkeyi yönetenler hep “En kötü adalet, gecikmiş adalettir” tekerlemesini söylüyorlar ama kimse bu düzeni değiştirmek için kılını kıpırdatmıyor.
Ciddi bir adalet reformunun gerekliliğini gösteren her gün birçok örnek ile karşılaşıyoruz.
Hesapta başta Adalet Bakanlığı olmak üzere herkes bu işin üzerinde çalışıyor, ama hálá bir arpa boyu yol bile gidemedik!
Nasreddin Hoca fıkrasında yeni aşama
GALATASARAY için Seyrantepe’de yaptırılan spor kompleksi inşaatında yeni bir aşamaya girdik.
TOKİ, inşaatı yüklenen firmaya ikinci ihtarını çekti ve ihalenin iptali sürecini başlattı.
“Ben demiştim” şeklinde konuşmayı pek sevmem çünkü pek işe yarayan bir şey olmadığını düşünürüm.
Ancak bu köşenin okuyucuları, bu ihale yapıldığında, yanlış bir model seçildiğini, bu model ile bu işin yürütülemeyeceğini yazdığımı hatırlayacaklardır.
Maliyeti 150 milyon doları bulan bir inşaata finansman sağlamak, bununla inşaatı yapmak, sonra dönüp Ali Sami Yen arazisine bina yapmak, bunun finansmanını karşılamak ve gelirinin bir bölümünü de TOKİ ile paylaşmak yöntemi Nasreddin Hoca’nın fıkralarını çağrıştırıyordu.
O zaman sormuştum: Bir şirket bütün bunları yapıp, para da kazanabileceğini düşünüyorsa, neden Galatasaray inşaatı kendisi yapıp, o kárı da kasasına koymuyor?
Yüklenici firma, ihale iptal edilirse mahkemeye gideceğini söylüyor. Haklı da olabilir.
En başından beri Galatasaray yönetimlerinin Seyrantepe’de izledikleri yolu eleştirmemin bir tek nedeni vardı: Her şeyi devletin yapmasını beklemek alışkanlığının bir devamı olan bu tavır, işin bu hale getirilmesine ve stadın büyük olasılıkla gecikmesine neden oldu.
TOKİ, eğer ihaleyi iptal eder ve yeniden aynı yola girerse sonunda karşılaşacağımız tablo bundan hiç farklı olmayacak.
Oysa Seyrantepe’deki arazi Galatasaray’a tahsis edildiğinde, Galatasaray bunu kendi olanakları ile yapmaya yönelseydi, şu anda iş çoktan bitmiş, insanlar da medeni bir ortamda maç seyretmeye başlamış olurlardı.
Hálá bu yanlıştan dönme fırsatı var.
Daha bitmemiş bir stadın loca satışından elde edilen gelirin büyüklüğü, Galatasaray’ın kendi gücüyle neler yapabileceğini gösteriyor.
Yeter ki her şeyi devletin sırtına yıkma ve Hazine’den pay kapma alışkanlığı terk edilsin.
Yaşlı, renkli arkadaşımı kaybettim
ÖNCEKİ gün kaybettiğimiz Naim Tirali’yi, 12 Eylül sonrası Ankara’dan, İstanbul’a göç ettiğim günlerde tanıma fırsatı bulmuştum.
Bir benzeri yıllardır yayımlanamayan Erkekçe’de Hıncal Uluç Genel Yayın Müdürü idi, ben de yardımcısıydım.
Bir gün elinde kitaplar ve dosyalar olan, bana göre oldukça yaşlı, çok kibar bir adam, sabah çok erken saatte büroya geldi.
O saatte zaten benden başka kimse büroda olmazdı, kendini tanıştırdı: “Ben Naim Tirali.”
Adını duymuşluğum vardı ama hiç tanışmamıştık.
Naim Bey ile dostluğumuz o gün başladı ve sonra yıllarca sürdü.
Erkekçe’de o yıllarda önemli yazarların edebi öyküleri yayımlanırdı. Naim Bey de onlardan biriydi. Bu sayede, yayımlama fırsatı bulamadığı birçok öyküsünü de okuma fırsatını bulmuştum.
O yaşında, kitaplar yayımlamış, gazeteler çıkarmış (Yeşil Giresun, Karadeniz Postası ve Vatan), yayımladığı haberler nedeniyle hapiste yatmış, milletvekilliği yapmış bir insanın yazma heyecanını, son öyküsünü okuyup bitirdiğimde yüzünde beliren “nasıl, iyi olmuş mu” ifadesini hiç unutamam.
O vakitler o sanırım 60 yaşlarındaydı, ben ise daha otuzuma gelmemiştim.
Cağaloğlu’nun arka sokaklarındaki küçük meyhanelerde akşamüstleri birer kadeh içerken yaptığımız sohbetlerin tadı hálá damağımda.
O güne kadar adını duymadığım Çinli filozoflardan, Via Veneto kadınlarının uçarılıklarından, insanın hayatını paylaşabileceği bir kadından daha iyi bir şeyin olamayacağından söz ederdi. Benimse anlatacak çok şeyim yoktu o yıllarda, dinlerdim.
İstanbul, büyüklüğünden ve semtler arasındaki uzaklıktan kaynaklanan bir vefasızlığı da dayatıyor insana.
Onu neredeyse 20 yıldır görememiştim.
Dün Vatan’da o zarif insanın fotoğrafını görüp, ölüm haberini okurken o 20 yılın utancıyla burnumun direği sızladı.
Benim “yaşlı arkadaşım”, iyi bir insan ve renkli bir kişilikti. Allah rahmet eylesin.