Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Adalette standart sorununu da unutmayalım

İZMİR’de AB Bakanı Egemen Bağış’a yumurta atan üniversite öğrencisi için “kasten yaralama” suçu işlediği gerekçesiyle 5 yıl hapis cezası istemiyle dava açıldı.

Soruşturmayı yürüten savcılık Egemen Bağış’ın “Doktor raporunda da yer aldığı gibi sol gözünün altından, hayati tehlike geçirmeksizin. Basit bir tıbbi müdahale ile giderilebilecek şekilde yaralandığını” kaydederek bu cezanın verilmesini istiyor.
Soruşturmayı yürüten savcılık İzmir’de olunca, İzmir’de bir başka “kasten yaralama” suçu ile ilgili olarak açılan davayı hatırladım.
Hatırlayacaksınız, İzmir’de bir kadın karakolda iki polis tarafından kıyasıya dövülmüştü.
Kadının yüzü gözü dayaktan şişmiş fotoğrafları gazetelerde yayımlandı, dayağı kaydeden karakol kamerası görüntülerini de ben internetten izledim.
Aynı kentin savcılığı (aynı savcı mıdır bilemiyorum) söz konusu polis için “basit yaralama” suçundan dava açmış ve 1.5 yıla kadar hapis istemişti.
Daha sonra olayın görüntülerinin medyaya yansıması üzerine mahkeme kararıyla dayakçı polisleri için istenen ceza “1 yıl 3 aydan 5 yıl on aya kadar hapis” düzeyine yükseltilmişti.
Gördüğünüz gibi ülkemizin aynı kentinde, aynı adliye içinde adalet standardı böyle tecelli ediyor!
Elbette Bakan Bağış’ın bir yumurta ya da başka maddeyle fiziksel bir zarar görmesi, bu küçük bir zarar da olsa görmezden gelinebilecek ve onaylanabilecek bir durum değildir.
Ama adalette standart, vatandaşlara eşit muamele gibi meseleler de var, görmezden gelemeyeceğimiz!
“Yumurta atma” davasında anlayamadığım bir başka husus da protesto gösterisi sırasında “AKP defol, üniversite bizimdir” diye slogan atan öğrenci için de 2 yıl hapis cezası istenmiş!
Benzerine sadece diktatörlüklerde rastlanabilecek, bir demokraside kolayca rastlayamayacağımız bir ceza talebi!
Bir fikri slogan atarak açıklamak bu ülkede demek ki hapis cezası gerektiren bir suçmuş.
Vatana millete hayırlı olsun!

İki farklı yaklaşım

CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül, Odatv davasından yargılanmakta olan dört gazetecinin mahkeme tarafından tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmasının ardından şöyle konuştu:
“Mahkeme nihayet verdiği kararla Türkiye’nin imajına çok büyük katkı sağlamıştır.”
Mesele sadece bir “imaj” sorunuymuş gibi sanki.
Kadri Gürsel bununla ilgili dün güzel bir yazı yazmıştı Milliyet’te, şöyle soruyordu: “100’den 4 çıkınca sonuç ‘sıfır’ mıdır, yoksa 96 mı?”
Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın yaklaşımı ise Cumhurbaşkanı’na göre daha farklı.
Uludağ Ekonomi Zirvesi’nde şöyle konuştu:
“Türkiye, gerçek anlamda bir hukuk devleti olmadıkça, birinci sınıf demokrasi olamaz. Gerçek anlamda hukuk devleti olmayan bir Türkiye’nin, dünyanın en büyük 10 ekonomisinden birisi olması da hayal. Yargı sürelerinin mutlaka kısalması gerekiyor. Öngörülebilir kararlar gerekiyor. Birbirlerine çok benzeyen kararlar iki ayrı mahkemede tamamen farklı sonuçlanabiliyor. Alt mahkeme ile üst mahkeme, birbirinden 180 derece farklı kararlar veriyor. En basit dava 3-4 yıl sürüyor. Bakıyoruz zamanaşımı. İnsanların hayatı kararıyor. Ya adalet yerine gelmediği için insanların hayatı kararıyor ya da insanları tutuklayıp içeri atıyorsunuz, yıllarca kendileri hakkındaki hükmün ne olacağını bilmeden hapislerde duruyor insanlar.”
Babacan haklı, bu sorun sadece bir “imaj” konusu değil.
Türkiye ya gerçek bir hukuk devleti olacak ve ilerleyecek ya da böyle üçüncü sınıf bir Ortadoğu ülkesi olarak kendi kendine böbürlenecek!

Siyasetin finansmanı şeffaf olmalı

NECMETTİN Erbakan’ın değme tüccar ve sanayiciyi kıskandıracak serveti ile ilgili olarak dün yazdığım yazıdan sonra, yazımı protesto eden e-postalar aldım.
Bazıları “Hoca’nın anısını kirletme” diye uyarıyor ki böyle bir şey aklımdan bile geçmez, rahmetli Erbakan ile 12 Eylül öncesi gazeteci olarak yakın ilişkim olmuştu, siyasi olarak benimsemesem bile saygı duyarım.
Bazıları da “Sen bu harekete para mı verdin ki bunu sorguluyorsun” diye soruyor, işte orada durmak gerek diye düşünüyorum.
Evet, bunu sorgularım çünkü Türkiye’de siyasetin finansmanı konusunun “etik kurallara uygunluğu” meselesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Bugün yaşadığımız, siyaset düzenimizin bir türlü demokratikleşememesi meselesinin bundan kaynaklandığına, yolsuzlukların bu nedenle önlenemediğine inanırım.
Bakın eskiden “milli görüş” çizgisindeki partilerdekine benzer bir uygulama MHP’de de vardı, Devlet Bahçeli bunu kaldırdı, MHP siyaset sahnesinden silindi mi?
Hayır, silinmedi, çünkü doğru olanı yapmak kimseye zarar vermez!
Denebilir ki “Bu görüşteki partiler sürekli kapatılıyordu, varlıklarının tümü hazineye devredilseydi bu hareket nasıl ayakta kalacaktı”?
Kuşkusuz bunda doğruluk payı da var. Ama parti kapatma bir demokraside nasıl onaylanabilecek bir durum değilse, siyasetin finansmanını etik kuralların dışına çıkarmak da o kadar onaylanabilecek bir durum sayılmaz.
Bu ülkede yolsuzlukların önlenememesinin önemli nedenlerinden biri de budur zaten. Yerel ya da ülke çapında iktidara gelen parti ya da kişiler siyaseti; ihalelerden alınan paylar, yandaş zengin yaratma çabaları, kayıtsız alınan yardımlar ile finanse ettikleri sürece de yolsuzluk dediğimiz meselemizi çözemeyiz.
Bugün Deniz Feneri gibi bir sorunumuz varsa, geçmişte Akbil ve Mercümek hadiseleri yaşadıysak sebebi budur.
Siyaset şeffaf olmayan yollarla finanse edilirse, o ülkede yolsuzlukların önü kesilemez.