‘Münferit’ bir işkence olayı daha
KUŞADASI’nda gözaltına alındıktan sonra götürüldüğü karakolda işkence gören bir kişinin görüntülerini Taraf gazetesinde gördüm.
Karakoldaki bir odada üç-dört polis tarafından kıyasıya dövülen kişinin diz kapağı da kırılmış. Karakolda bir vatandaşa dayak atan polisler, karakoldaki güvenlik kamerasının olayı kaydetmemesi için ışıkları da söndürmüşler ama o sırada açık bulunan televizyonun yaydığı ışık amaçlarına ulaşmalarına engel olmuş. Dayak yiyen vatandaşın daha sonra Kuşadası’nı terk etmek zorunda kaldığı da belirtiliyor.
Gökhan Erkuş’un haberinden anlıyoruz ki olay iki sene önce meydana gelmiş.
İnsan Hakları Vakfı adına olaya müdahil olan avukat, savcıların polisler ile ilgili olarak işlem yapmaktan kaçındıklarını söylüyor. Polislerin “şüpheli olarak” ifadeleri ancak geçenlerde alınabilmiş.
Normal olarak medeni bir ülkede iki sene önce meydana gelmiş bir olay ile ilgili yargılama çoktan bitirilmiş, suçlular cezalandırılmış olurdu. Ama bizde şüphelilerin ifadeleri bile yeni alınabilmiş.
Savcıların polisleri korumak için nasıl gerekçeler bulabileceklerini biliyoruz. Mesele “memura mukavemet etti” ile ortaya konuyor, “vücudundaki darp izleri bu mukavemet sırasında meydana geldi” ile bitiyor. İşkencecilere “basit yaralama” suçundan dava açılıyor (o da açılırsa), işkence gören ise “görev başındaki devlet memuruna mukavemet ve hakaret” suçundan daha ağır bir ceza yaptırımı tehdidi ile karşılaşıyor.
Bu ilk olay değil, bundan öncekilerde nasıl olduysa, bundan sonrakilerde de aynı şey olacak!
Çünkü polis amirleri ve savcılar, işkencecileri meslekten uzaklaştırmak ve cezalandırmak yerine, koruma refleksi ile hareket ediyorlar.
Haberde gözaltı işlemi öncesinde ve sonrasında alınması gereken hekim raporları ile ilgili bir ayrıntı bulunmuyordu.
Ancak bu konuda da daha önce İzmir’de karakolda dövülen kadın olayındakinden farklı bir durum olmadığını tahmin etmek kolay, çünkü savcılar adamın dizinin kırıldığı ile ilgili bir raporu da sumen altına atamazlardı.
Bu olayda suçlu olanlar sadece elleri kelepçeli bir vatandaşı döven polisler değil. Savcılık neden iki yıl bekledi, HSYK’nın bunu da soruşturması gerek. Karakol amiri neden bu olayı örtbas etti, idari bir soruşturma yapıp, sonucu savcılığa havale etmedi, o da soruşturulması gereken bir başka konu.
Devlet büyüklerimiz böyle olayları hep “münferit” olarak nitelemek eğilimindeler ve bu suç o yüzden bir türlü önlenemiyor. Ama nasıl “münferit” bir hadiseyse, her gün ülkenin bir başka köşesinde benzerleri gerçekleşiyor!
Ortadoğu’yu düzeltmek bu kadar kolay mı?
NOBEL Ödüllü fizikçi Albert Einstein’ın sevgililerine yazdığı mektuplar ile bilim dünyasında devrim yaratan çalışmalarına ilişkin not aldığı defterlerini içeren kişisel arşivi, dijital ortama aktarıldı. Meraklılar için arşivin internet adresini de sunuyorum: http://alberteinstein.info/
7 bin sayfadan oluşan 2 bin belge arasında ilginç olanlardan bir bölümü de bilim adamının İsrail kurulmadan önce bir Arap dergisine yazdığı mektuplar.
Bir Yahudi olan Einstein’ın mektuplarında “Araplarla Yahudilerin nasıl beraber yaşayacakları” konusunda düşünceleri yer alıyor.
Einstein, Ortadoğu’da barışın ancak Arap ve Yahudi doktorlar, yargıçlar, din adamları ve işçi temsilcilerinden kurulacak 8 üyeli bir “gizli konsey” tarafından sağlanabileceğini düşünüyormuş.
Bunu okurken şöyle düşündüm: Ortadoğu’yu bir düzene sokmak o kadar kolay mı?
Irkçılıkla suçlanma tehlikesini göze alarak şunu söyleyeceğim:
Kutsal kitapların ve peygamberlerin tümünün bu bölgeye (Urfa ile Mekke arasındaki coğrafya) gönderilmiş olmasının bir nedeni olmalı.
Belli ki Tanrı da yoldan çıkan insanları düzeltebilmek için işe Ortadoğu’dan başlamak istemiş.
Platini neden endişeleniyor?
UEFA Başkanı Platini, UEFA Kongresi için geldiği ülkemizde Başbakan tarafından da kabul edildi.
Platini, Fenerbahçe’nin Şampiyonlar Ligi’ne katılmasının engellenmesi üzerine Uluslararası Spor Tahkim Mahkemesi CAS’a açtığı 45 milyon Euro’luk dava için “geri çekilmesi isabetli olur” diyor.
Platini, doğma büyüme Fransalı, etnik kökenini bilmem. Bir hukuk devletinde büyümüş, bir hukuk devletinde yaşamış.
İnsanların ya da kurumların haksızlıklara uğradıklarını düşündüklerinde, bunun çaresini bulmak üzere mahkemelere başvurmasına da alışkın olmalı.
Hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu yerlerde adalet böyle sağlanır çünkü.
Haksızlığa uğradığınıza inanıyorsanız mahkemeye gidersiniz, haksızlığı kendi başınıza bertaraf etmenin yollarını aramazsınız.
Fenerbahçe’nin bu konuyla ilgili olarak yaptığı da bundan ibarettir.
Zaten Uluslararası Spor Tahkim Mahkemesi CAS’ın varlık nedeni de budur. Çözülemeyen anlaşmazlıkları, hukuk çerçevesi içinde uzlaştırmak!
Fenerbahçe haklı olduğuna inanıyor ve adaletsizliğin giderilmesini istiyorsa bugün geldiğimiz noktada gidebileceği başka bir makam da yok.
Fenerbahçe haksız ise zaten UEFA açısından da Türkiye Futbol Federasyonu açısından da sorun olmamalı. Davayı kaybeder, dava giderlerini de ödemek zorunda kalır. Platini bunun için neden endişeleniyor?
Platini, mahkemenin Fenerbahçe’yi haklı bulacağından endişeleniyor olmalı ki sürekli ön şart olarak bunu öne sürüyor.
Haklılığına inananın bir mahkemede hakkını aramasının yollarının açık olması temel bir kuraldır, belli ki bunu unutuyor.