KUZEY Irak Kürt yönetiminin başkanı Mesut Barzani’nin bir Arap televizyonuna verdiği demeç, bugüne kadar Türkiye’ye karşı yapılmış en açık ve sert tehdit olarak yorumlanıyor.
Aslında Barzani, buna benzer sözleri daha önce de söylemişti ama bu kezki kadar “açık” konuşmadığını hatırlıyorum.
Söylediği de şu: “Türkiye, Kerkük meselesine karışırsa biz de Diyarbakır’ın ve Türkiye’deki diğer şehirlerin meselelerine karışırız.”
Barzani, “bağımsızlık ve devlet kurmanın Türkiye, İran ve Suriye’de yaşayan Kürtlerin yasal ve meşru hakları” olduğunu da söyledi.
Barzani’nin bu cesareti nereden aldığı da dünkü gazetelerde yayımlanan bir başka demeçten anlaşılıyor.
Eski ABD Genelkurmay Başkanı Myers “Türk birliklerinin Irak’a girmesi halinde ABD ordusunun buna karşı koyacağını” söyledi.
Türkiye ile ABD, 1 Mart tezkeresi öncesinde, Türkiye’nin Kuzey Irak ile ilgili hassasiyetleri üzerinde tam olarak anlaşmışlar ve bir de “mutabakat belgesi” imzalamışlardı.
Tezkerenin reddi, bu belgeyi geçersiz kıldı.
Bugün geldiğimiz noktada tezkerenin reddinin nelere mal olacağını söyleyenlerin haklı çıktığını görüyoruz.
Bir önemli sorunumuz da tezkerenin reddinden sonra, Türk dış politikasının rüzgárın önünde savrulmasıdır.
AKP hükümetinin ortaya çıkan yeni durum ile ilgili tavırlarındaki dengesizlik, bugün Barzani’ye böyle konuşmalar yapma cesaretini verdi.
Türkiye, yeteneksiz ve bilgisiz bir kadroyu iş başına getirmenin bedelini ödüyor.
Bir not da Barzani için: Yabancı güçlere sırtını dayayarak efelenmenin bu topraklarda nelere mal olduğunu hatırlamak için yakın tarihi bir okumasında yarar var!
Askeri yasak bölgeye bakmayın!
DÜN İstanbul’da şahane bir hava vardı ve neredeyse herkes kendisini deniz kıyısına atmıştı.
Yürüyüş yapanlar, balık tutanlar, yürümeyi öğrenmenin sevinciyle koşturan minik çocuklarla Boğaz bir bayram yeri gibiydi.
Kalender Orduevi’nin hemen yanında etrafı tel örgülerle çevrili bir alan var. Tel örgülerin üzerinde de orasının “askeri yasak bölge” olduğunu belirten tabelalar.
Birbirinin içine girmiş bitkiler nedeniyle tel örgülerin içinde ne olduğunun görülebilmesi de mümkün değil.
Yürüyüş yapmak ya da balık tutmak için o bölgeye gelenler, civarda hiçbir park yeri olmadığı için otomobillerini, bu tel örgülerin bulunduğu yerin karşı kaldırımına park ediyorlar.
Ve bu nedenle gün boyu hoparlörlerden bir duyuru yayımlanıyor: “Askeri yasak bölgeye park ettiniz. Lütfen araçlarınızı çekiniz.”
Yapacak bir şey olmadığı için kimsenin aldırmadığı bir anons bu.
Kentin orta yerinde, karşıdaki kaldırıma bile otomobil park edilmesinin yasaklandığı bir askeri bölgenin varlığı da ilginç tabii.
Eve dönünce “google earth”e girip tel örgülerin içinde ne var diye bakmayı düşündüm. Biliyorsunuz oradan bakınca her şey “tabak gibi” görünüyor.
Sonra beynimin içindeki bir hoparlörün anonsunu duydum ve bundan vazgeçtim: “Askeri yasak bölgeye bakıyorsunuz, bilgisayarınızı kapatın!”
Sırada New York Times var!
SABAH’ın eski başyazarı Erdal Şafak, cumartesi günü benim ve Ertuğrul Özkök’ün, Sabah ve ATV’ye el konulmasından sonra yazdığım yazıları eleştirdi.
“Mağdura vicdanla ve dayanışma duygusuyla yaklaşmadığımızı” vurguladı.
Önce Erdal Şafak’a şunu hatırlatayım: Bu olayda “mağdur”, Türkiye Cumhuriyeti Hazinesi’dir, kamu çıkarlarıdır.
Kamu alacaklarının tahsilini önlemek amacıyla mal kaçırmaya dayalı bir sözleşme ortaya çıktı ve TMSF de buna dayanarak Sabah Grubu’na el koydu.
Hazineyi dolandırmaya çalışırken yakalanmak ne zamandan beri “mağduriyet” sayılıyor?
Kendisine tavsiyem, “mağdur” dediği kişilerin kanunların arkasından dolaşmak için neler çevirdiklerini tekrar okuyup, iyice öğrenmesidir.
Erdal Şafak, Sabah ve ATV’ye el konmasının ardında Doğan Grubu’nun parmağı olduğunu da iddia ediyor.
Bu durumda olay şöyle gelişmiş olmalı: Ertuğrul Özkök ve ben, önce Dinç Bilgin ile Turgay Ciner arasında bir “devletten mal kaçırma sözleşmesi” yapılmasını sağladık.
Hatta bu sözleşmeyi Ertuğrul yazdı, imzalar da benim evde atıldı!
Sonra sessizce pusuya yatıp, bekledik.
Durumun kendimiz için uygun olduğunu görünce de sözleşmeyi ortaya çıkarıp, Bilgin ve Ciner’e “suçüstü” yaptırdık!
Hayali en geniş polisiye roman yazarının bile aklına gelemeyecek bir senaryo, Erdal Şafak’ın kaleminden “kamuoyunun inandığı gerçeğe” böyle bir akıl yürütmeyle dönüşmüş olmalı.
Gelişmelere bakıyorum da “Biz neymişiz be aabi” diyorum.
Şimdi ilk hedefimiz New York Times’tır, ileri!