Miting yapmak iyi ama yetmez
YARIN Ankara’da DSP tarafından düzenlenen miting, Türkiye’de siyasetin sadece Ankara’da kapalı bir platformda yapılmaması gerektiğini gösterecek bir örnek olacak.
Bu görev herkesten önce anamuhalefet partisine düşerdi, ama onların bu tür işlerle bir ilgisi olmadığı görülüyor.
Anamuhalefet partisi lideri, “Şirketine müdür atar gibi cumhurbaşkanı atamaya çalışıyor” diyor, ama bunu önleyecek kamuoyunu yaratmak için de kuru demeçlerden başka bir yöntem kullanmıyor.
Oysa Başbakan’ın son gün bir oldubitti peşinde koştuğu çok açık.
Böyle bir durumda muhalefetin, ülkenin önemli bölümünün desteğini kazanacak “işte bu adam cumhurbaşkanı olmalı” dedirtecek bir adayı çoktan ortaya koyması gerekiyordu.
Bu yapılmış olsaydı, önümüzdeki iki hafta boyunca yapılacak mitingler de bir işe yarardı.
AKP de, en az muhalefetin adayı kadar genel kabul görecek bir aday arayışı içine girmek zorunda kalır, Cumhurbaşkanlığı adaylığı “pusuya yatmış bekleyen birisinin işi” olmaktan çıkardı.
Bu nedenle, AKP’nin ülkedeki dengeleri bozabilecek bir seçim yapmasının sorumlusundan birisi de hiç kuşkusuz Deniz Baykal olacak.
Tersini söyleyecek çıkabilir miydi?
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, önceki akşam 26 kişilik bir milletvekili grubuyla Başbakanlık konutunda bir araya geldi.
Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Başbakan Erdoğan’ın, partili tüm milletvekilleriyle konuşarak onların görüşlerini alacağı biliniyordu.
Bugün Hürriyet’te okuyacağınız habere göre, ilk toplantıya katılan milletvekillerinden hiçbiri Erdoğan’a “Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olma” dememiş.
Çok merak ediyorum, acaba milletvekillerinin ne demesini bekliyordu?
Kendi seçtiği, gelecek seçimlerdeki kaderlerini elinde tuttuğu milletvekillerinin, “Efendim, sakın yapmayın, bu çok yanlış olur” demeleri mümkün müydü?
Hangisi, “Türkiye’nin birleştirici, çatışmaları önleyici ve rejimin geleceğinden kuşku duyanlara güvence verecek bir isme ihtiyacı var” diyebilirdi?
Başbakan’ın yüzüne karşı bunu söyleme cesaretini gösteren milletvekilinin siyasi geleceği ne olurdu?
Başbakan belli ki kararını vermiş, şimdi göstermelik bir demokrasicilik oyunu oynuyor.
Burası Türkiye!
KANAL D’nin halka arz talebi başvurusuyla başlayan hukuki süreç olumsuz sonuçlandı.
RTÜK, bir televizyon kanalının hisselerinin borsada halka satışının sakıncalı olduğunu düşünüyor.
Bunun nedeni, “yabancıların borsada hisseleri toplayarak ulusal güvenliği tehdit edebilme” olasılıkları.
Bu arada bir kanal tümüyle yabancılara satılmış, kanalın adı bile değişmiş ve satın alan uluslararası şirketin markasını taşıyor, kimsenin umurunda değil.
Muvazaalı işlemlerle kanunların arkasından dolaşanlar ile işlerini yasal çerçeveler içinde kalarak yapmaya çalışanlar arasında bu kadar fark da olacak artık.
Ne de olsa “burası Türkiye”!
Konunun bir başka ilginç yönü, dün bu haberin Sabah’ın sürmanşetinde yer alması.
Belli ki Borat’ın içini Kanal D’nin halka açılma işi olmadı diye bir sevinç dalgası kaplamış.
Bir yayın kuruluşunun halka açılarak bütün hesaplarını herkesin gözünün önüne sermesinden neden bu kadar rahatsız oldu acaba?
Oysa aynı Sabah, çok daha önemli, çok daha güncel ve kendisini de ilgilendiren bir “medya haberini” iç sayfalarında bir köşeye saklamış.
Turgay Ciner’in, TMSF’nin el koyma kararına esas teşkil eden sözleşme için açtığı “menfi tespit talebinin” mahkeme tarafından reddedilmesi haberiydi bu.
Demek ki oralarda “bağımsız gazetecilik” böyle yapılıyor!