BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın, yeşil sermaye dolandırıcılığı ile ilgili yayınlara çok sinirlendiğini dünkü gazetelerde yayımlanan haberlerden izlemiş olmalısınız.
Başbakan’ın bu yayınlarla ilgili kızgınlığı, AKP’nin ve dolayısıyla hükümetin bu dolandırıcılık nedeniyle suçlandığını düşünmesinden kaynaklanıyor.
Bu dolandırıcılık nedeniyle kimlerin suçlandığı çok açık: Bu soyguna zamanında “Bizdendir” diye ses çıkarmayan herkesin bu suçta bir payı var.
Dolandırıcılığın tezgáhlandığı dönemlerde iş başında olup da buna engel olmak için kıllarını kıpırdatmayanların da payını küçümsememek gerek.
Ayrıca suçlanması gerekenler arasında bu tür şirketlerin gövde gösterisi yaptığı toplantılara katılmakta sakınca görmeyen siyasetçileri de sayabilirim.
Ve aynı şekilde bugünkü hükümeti de suçlananlar arasına katabilirim.
Şu nedenle: Dolandırıcılık işi yurtdışında, Türkiye Cumhuriyeti yasalarının ulaşamayacağı yerlerde yapıldı.
Ancak, dolandırılanlar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıydı, dolandırılan paralar Türkiye’ye getirildi, getirilen para da ülkemizdeki şahısların ve şirketlerin hesaplarında buharlaştırıldı.
AKP iktidara gelmeden önce de, geldikten sonra da dolandırılanların feryatları gazetelerde yayımlandı.
Başbakan’ın bizzat kendisi de dahil olmak üzere değişik bakanlara da yurtdışında yaptıkları toplantılarda bu şikáyetler iletildi.
Hükümetin bütün bu şikáyetlere kulaklarını tıkadığı, bugüne kadar bu konuyla ilgili hiçbir somut adım atılmamasından anlaşılıyor.
SPK’nın bu vatandaşların mağduriyetlerini önlemek için hazırladığı yasa taslağını sumen altına iten kimdi? Yasa yetersiz bulunduğu için TBMM’ye getirilmediyse, o yetersizlikleri düzeltmesi gerekenler kimdi? Devletin geniş kadrolarına bu konuyu iyice soruşturmak ve yasaların gerektirdiklerini yapmayı emretmek kimin işiydi?
Başbakan istediği kadar sinirlensin, bağırsın.
Çıkaracağı gürültü, görevlerini savsaklamış olmaları gerçeğini değiştirmeyecek.
’Tuz bende’ diye koşmanın bir türü
TANER Akçam, 1999’da Türkçe olarak yayınlanan “İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu” isimli kitabının geliştirilmiş baskısını “The Shameful Act” ismiyle Amerika’da yayınladı.
Kitabı yayınlayan Zoryan Enstitüsü isimli bir Ermeni kuruluşu.
Bu kuruluşun varlık nedeni Türklerin, 1915’te Ermenilere karşı soykırım uyguladıklarını kanıtlamak.
Bir bilim adamının, amacı çok açık bir kuruluşla kurduğu böyle “parasal” bir ilişkinin en azından o bilim adamının ve yazdığı kitabın “güvenilirliğini” sarsacağına hiç kuşku yok.
Zaten bu konuya değinmemin nedeni de bu değil. Bunu tartışmak bile yersiz.
Üzerinde durmak istediğim konu Orhan Pamuk’un bu kitabın arka kapağında yer alan yazısı.
Pamuk bu yazıda “Bu kitap, hayatını olayları tarihsel kayda geçirmeye adamış cesur bir Türk akademisyen tarafından yazılmış ve Osmanlı Ermenilerine yönelik organize yok edişin kusursuz bir muhasebesidir” diyor.
Pamuk “Bu ifadeler bana ait değildir” demediğine göre sözleri kabul ediyor.
Dikkatimi çeken şey, Orhan Pamuk’un kendisinde Akçam için “cesur akademisyen” tanımlamasını yapma yetkisini görmüş olması.
İlginç bir ruh durumuna işaret ediyor.
Bir atasözümüz de var bunu anlatan: “Hıyarım var diyene, tuz bende diye koşmak.”
İçimden “Her şeye atlamak zorunda mısın kardeşim” demek geliyor.
Batman’dan gelen fotoğrafın anlattıkları
DÜN Hürriyet’in yazı işleri toplantısında ülkenin değişik yerlerinden bize ulaşan sel fotoğraflarına bakarken bir an için öylece kaldık.
Fotoğraf Batman’da çekilmişti. Sel suları içinde kalmış bir evden kucakta çıkarılan minicik bir çocuğun cesedi, dehşete kapılmış bir kişi tarafından taşınıyordu.
Kaskatı kesilmiş, çamura bulanmış bir bebek cesedi! O anda toplantı odasına çöken ağır havayı sizlere anlatabilmeme olanak yok.
O fotoğrafta her şey vardı: Dere yatağına yapılmasına göz yumulan gecekondular, yüksek politika yapacağım diye nutuk atmaktan başka bir şey bilmeyen belediye başkanları, Meteoroloji’nin sel uyarısını ciddiye almayıp vatandaşları tehlikeli olabilecek yerlerden tahliye etmeyen görevliler.
Cehalet, boş vermişlik, aç gözlülük, çaresizlik, kadercilik!
Kısaca tanımlamam gerekirse tipik bir Türkiye fotoğrafıydı yani.
O fotoğrafı birinci sayfaya büyük kullanmaya gönlümüz elvermedi.
Irak ve Lübnan savaşlarında bombalanan evlerden çıkartılan benzeri çocuk cesetlerini gösteren fotoğrafları, olayın dehşetini herkes görsün diye basmakta tereddüt etmemiştik oysa.
“Ateş düştüğü yeri yakar” sözü ne kadar doğruymuş.
