BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın, AKP Ümraniye Kadın Kolları kongresinde yaptığı konuşmayı dinlerken, son günlerdeki gelişmeler nedeniyle vücut kimyasının iyice bozulmuş olduğunu düşündüm.
Başbakan, bu konuşmasında Yargıtay Başsavcısı’na, Danıştay Başkanı’na, CHP Genel Başkanı’na, adlarını vermediği bir köşe yazarı ve üniversite rektörüne çattı.
Bu konuşmayı aritmetikteki gibi bir “ortak parantez” içine alabilecek olsaydık, şu kavramı bulurduk: Sen kim oluyorsun, haddini bil!
Konuşmanın genel havası bu: Yukardan bakan, eleştirilere tahammülsüzlüğü gösteren, “Ben istediğim her şeyi yaparım” havasını yansıtan sözler bunlar.
“Kimsin sen ya”, “Herkes yerini, konumunu bilsin”, “Bu hakkı sana kim verdi” gibi sözler.
Üslubun çirkinliğini bir yana bırakıyorum.
Bu sözler, iktidar sahibi bir kimsenin, kendisini nasıl görüyor olduğu ile ilgili bir fikir veriyor ilk bakışta.
Denetlenemez, canı ne isterse yapma kudret ve yeteneğine sahip, bir mutlak iktidar sahibi var gibi sanki.
Ancak biliyoruz ki gerçek iktidar sahipleri böyle konuşmazlar. Onlar ne yapmak istediklerini söylerler, eleştirileri dinlerler, eleştiri sahiplerini ikna etmeye yönelik gerekçeler ileri sürerler ve işler kendi süreçleri içinde yapılmaya devam eder.
Böyle bir sinirlilik hali ise arkasındaki yüzde 47 oya rağmen bir türlü iktidar olmayı başaramamış bir siyasetçi portresi koyuyor ortaya.
Bir psikolog elbette benden daha iyi açıklayabilirdi bu ruh durumunu. Ben kısaca “vücut kimyası bozulmuş” diyorum.
Başbakan’ın, konuşmasını tamamlarken söylediği bir tekerlemeyi ise ileride hep birlikte hatırlayalım, unutmayalım diye buraya da aktarıyorum:
“Eşek ölür kalır semeri, insan ölür kalır eseri!”
İnsanların ağzı mücevher torbası değil ki
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın biraz öfkeli de olsa herkese cevap yetiştirmeye çalışması, beni de umutlandırdı.
Belki artık bana da bir yanıt verir diye heveslendim, doğrusunu isterseniz.
Hatırlayacaksınız, bu köşede Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a bir soru sordum, bir türlü yanıt alamadım.
Suudi Arabistan Kralı’nın ziyaret ettiği ülkelerin devlet yöneticilerinin eşlerine de pahalı mücevherler hediye ettiği biliniyordu.
Ekvador Devlet Başkanı’nın ve Prens Charles’ın eşlerine de böyle değerli mücevherler hediye ettiği gazetelere yansımıştı.
Ben de bunu sormuştum.
Suudi Arabistan Kralı, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın eşlerine de böyle değerli mücevherler hediye etti mi? Hediye ettiyse bunlarla ilgili nasıl bir işlem yapıldı?
Bu hafta içinde yapacağı konuşmalardan birinde buna da bir açıklık getirirse iyi olur.
Çünkü gittiğim yerlerde bu konunun çok konuşulduğunu duyuyorum ve insanların ağızları da mücevher torbası değil, büzemiyorum!
Cüneyt Ağabey’i çok özleyeceğim
CÜNEYT Koryürek’i de bir trafik kazasında kaybettik. Buna ne kadar “kaza” diyebilirsek tabii.
Şehir içinde, araç ve insan trafiğinin yoğun olduğu bir yolda bir otomobilin, yoldan geçen bir insana çarpıp öldürmesi, kaza mı, taammüden cinayet mi, karar vermek zor.
Gazeteciliğe başladığım ilk aylardan beri tanırdım Cüneyt Ağabey’i. Demek ki 32 yıl oluyor.
İlk zamanlarda ondan çekinirdim de. “Ters bir söz söyler, yanıt veremem” gibisinden bir çekinme.
Sonraları en iyi dostlarımdan biri oldu. Başım sıkıştığında arayabildiğim, başı sıkıştığında arayabildiği bir dost! Birlikte mutfağa girip çok yemek de pişirdik, başka arkadaşlarla birlikte olabilmek için.
Doğru bildiği neyse, sonunda ne kaybedeceğini hiç düşünmeden onu söyleyen insanlardandı.
Egosu fazlaca şişmiş şirket yöneticileriyle iş mi yapıyor, kavga mı ediyor, anlayamazdım.
“Biraz daha sosyal bir insan olmalısın ağabey” diye ona takılırdım da.
“Sen kendine bak” derdi her seferinde.
Amerikan ve İngiliz gazetelerini didik didik okur, önemli gördüğü haberleri keser, benim işime yarayacağını düşündüklerini de karşılaştığımızda elime tutuştururdu.
Bazen bilgisayarımı açtığımda ondan gelmiş “sert” e-postalar bulurdum. Sadece iyi bir arkadaş değil, iyi bir okuyucu ve iyi bir eleştirmendi de.
Kitaplar, gazete kupürleri, afişlerle dolu odasında piposunu tüttürür, sürekli bir şeyler okurdu. Son kitabı “Çömez-Öğrenmenin Dayanılmaz Keyfi” adını taşıyordu.
Öğrenmek, yeni bir şey okumak, yeni bir fikirle tanışmak onun yaşamdaki en büyük keyfiydi.
Bir gün arkasından böyle bir yazı yazmak zorunda kalacağımı düşünebilseydim, “ofiste puf böreği” davetlerine daha sık giderdim.
Yokluğunun yaşamımda yaratacağı boşluğu şimdi daha iyi anlıyorum.
Nur içinde yat Cüneyt Ağabey!
